Öfke Ve Bağlam
- A K
- 14 Oca
- 10 dakikada okunur
Bütün duyguların varlığı, insanın hayatını idame ettirebilmesi için temel ihtiyaçlardan biridir. Örneğin, korkunun varlığı kültürel olarak farklı yorumlansa da, özellikle kendi ülkemde korkmanın genellikle kötü bir olgu olarak algılandığı çok belirgin. Oysa korkunun, diğer tüm duygular gibi, adaptif (uyum sağlayıcı) kısımları da yaşamın devamı için oldukça önemli. Temel olarak duyguların hayati öneme sahip olduğu araştırmalar sonucu da ortaya çıkan bir gerçek. Örneklemek gerekirse, yoldan karşıdan karşıya geçerken yol kontrolü yapmamız, aslında kaza korkusunun bir yansımasıdır ve bu, bizi hayatta tutan şeylerden biridir. Gece ıssız bir yola girerken duyduğumuz tedirginlik de bu duruma örnektir. Tabii ki, toplumda yüceltilen duygular da mevcuttur. Öfke de bunlardan biridir ve özellikle yıkıcı kısmının korkuyla bağlantısı, belki de otoritelerin varlığını sürdürmesini sağlar. Bütün bu bağlamları değerlendirmek için incelemelere başlayalım.
Aslında, bu duygulardan en belirleyici olan ve en çeşitli spektrumlarda kendini hem toplumsal hem bireysel hem de sözlü öğretiler bakımından önemli bir yere sahip olan öfke, birçok dini öğreti ve toplumsal bakış açısı bakımından detaylı incelenmiştir. Çoğu dinde, örneğin Hristiyanlık, İslamiyet, Musevilik hatta bu coğrafyalardan uzak olan Budizm ve Hinduizm'de, öfke, insanın kendini gerçekleştirme potansiyeline karşı zararlı bir duygu olarak sunulmuştur. Filozoflar arasında da çok tartışılmış olan bu duygu, farklı görüşler içermektedir. Örneğin, öfkeye karşı en ağır suçlamalardan biri Seneca tarafından ortaya atılmıştır. Seneca, öfkenin toplumsal düzeni bozduğu, insanların zararına ve kendini gerçekleştirememesine sebep olduğu iddiasını benimsemiştir. Öfkenin ani bir duygu olması ve hisseden kişinin bulunduğu koşulda haklı olduğunu düşünmesi, aslında bir nevi kontrolün elden gitmesine ve bireyin tamamen bu duyguya kapılıp zarar verme iç güdüsüyle hareket etmesine sebebiyet verebilir. Günümüzde, bağlamlar ve içinde bulunulan koşullara karşı ortaya çıkan duyguların adaptif ya da nonadaptif (uyumsuz) değerlendirilmesi önem kazanmıştır. Tabii ki, bazı filozoflar da bu konuda daha dengeli ve günümüze yakın açıklamalar yapmışlardır. Örneğin, Aristo’nun şu sözü: Herkes öfkelenebilir, bu kolaydır; ancak doğru kişiye, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru amaçla ve doğru şekilde öfkelenmek herkesin gücü dahilinde değildir ve kolay değildir. Aristo'nun bu sözü, duyguların adaptif olması halinde ne kadar işlevsel olduğu konusunda bize seneler öncesinden göz kırpmaktadır. Ancak kolay olan kısım, bu duygunun açığa çıkmasıdır; bu konuda bilinç geliştirmek ise söylendiği gibi zahmetli ve zordur.

Duygularla ilgili tanımlamalar genellikle yüzeysel düzeyde anlatılır. Bu duygulara ait yargılar ve bilgiler aslında oldukça anlamsızdır. Hissedilmesi ve tamamen bireye göre farklılık gösteren duygular, toplumlarda belli parametreler koşulunda tanımlanır. Bu yüzeysel ve genel tanımlamalar birçok soru işareti barındırır çünkü bu öğretiler genellikle çocukluk çağında insanlara anlatılır ve tanımı o dönemde yapıldığı için, kavramlarla ilgili objektif bilgilerden ziyade ebeveynin o anlama yüklediği anlam üzerinden kişiye yansıtılır. Dolayısıyla kavramlar arasındaki tutarlılık da bu kısımda erozyona uğrar.
Öfkeyle ilgili özellikle sözlü kanunların daha çok yaygın olduğu toplumlarda bu genel tanımlar, yetişen neslin algısı üzerinde de büyük öneme sahiptir. Öfkenin zararlı bir duygu olarak tanımlandığı bir evde yetişen bir çocukla, öfkeyle bütün işlerin yürüdüğü bir evde yetişen bir çocuğun ilerleyen dönemdeki özelliklerinin farklı olması oldukça olasıdır. Özellikle günümüz Türkiye'sinde bu durum çok yaygındır; haklı haksızdan çok, öfkelenen kişi konu ne olursa olsun haklı konumuna ulaşır ve toplumda çekinilen kişi statüsüne eriştiği için işleri daha kolay hallolur. Bu kişilere daha çok saygı duyulduğu bile görülebilir.
Saygı ve korkunun birbirine yol açan unsurlar olarak kavranması da aslında gelişmeyen toplumlarda sık rastlanan bir olgudur. Özellikle totaliter ve baskıcı rejimle yönetilen ülkelerde mevcut otorite, bir korku politikası üzerinden öfkeyle hareket ederek toplumda saygı gören bir yapı haline gelebilir. Fakat burada şunu da vurgulamak istiyorum; bu mevcut öfke, yıkıcı öfkeyi tanımlıyor. Kavramları birbirinden ayırmak, bu süreçte aslında önemli bir yere sahiptir. Çünkü öfkenin, insanın ilk anından beri var olan bir duygu olduğu hatta insandan ziyade hayvanlarda da mevcut olduğu aşikardır. Bütün duyguların hayatta kalmak için önemli olduğunu başta belirtmiştik. Öfkenin de sağlıklı bir biçimde açığa çıkması, kişinin özlüğünü ve kendisini koruması için aslında gayet yararlı bir duygu olduğu ortadadır. Fakat öfkeyle ilgili tanımlar, insanoğlunun var olduğu süreden beri üzerine anlamlar yüklediği konulardan biridir.
Bunu tarihsel yönden inceleyecek olursak, örneğin çoğu dini öğreti, öfkenin tanımını genellikle kötü, yutulması gereken bir olgu olarak aktarır. Ancak bu konu biraz daha derinlemesine incelendiğinde, günümüz modern dünyayla entegre olan din düşünürlerinin de belirttiği gibi, dinler içerisinde bile öfkenin kategorize edildiğini görmek mümkündür. Mesela, haklı öfke ve haksız öfke kavramları İslam'da incelenen kavramlardandır.
Fakat kendimin de içinde yetiştiği coğrafyayı düşünürsek, bu kategorilere hiçbir zaman maruz kalmayıp şu cümleyi defalarca işittim: "Öfke şeytandandır." Bununla ilgili belki medya, belki aile, belki okul, hatırlamıyorum ama çocukken duyduğumu anımsıyorum. İşte bu doğru olmayan kavramların yeterince işlenmeyip kategorize edilmeyip doğrudan bu tarz kısa cümlelerle, hatta soyut ve ilahi kavramlarla sunulması, yetişen bireyde büyük yer ediniyor.
Büyük ihtimalle bu duruma sebep olan şeylerden biri, durumu kendi lehine çevirmek isteyenlerdir çünkü toplumda öfkenin artması, otoritelerin pek haz etmediği bir durumdur. Burada otorite, mevcut din merkezli yönetimleri de kapsar, bir ailedeki ebeveynleri de. Ancak günümüz dünyasında, mevcut bilimsel ve objektif gelişmelerle öfkenin gayet yararlı bir duygu olduğu aşikardır. Kontrolsüz açığa çıkan, yani adaptif ilerlemeyen öfkenin yıkıcı sonuçları da hem bireysel hem de toplumsal düzeyde aslında çoğumuzun tanık olduğu durumlardan biridir.
Bu konuyu aslında yetiştirilme aşamasından ele almak gerekiyor. Ebeveyn çocuğa öfkenin kötü bir duygu olduğunu yüklerse, bu aslında bütün kategorileri bir başlık altında toplayıp tek bir düzlemde yargılamasını sağlar ve yaşadığı o duyguya karşı bireyin kendi davranışını da olumsuz yönde etkiler. Sağlıklı olan duygulara toplumlarda farklı anlamlar yüklenmesi, mevcut duygunun patolojik bir hal almasına, toplumun sosyal psikolojisini bozup aslında var olan ve az miktarda gösterilerek yeterli olacak bir duygunun uçlara sıçramasına neden olabilir.
Ve dengenin bozulduğu durumlarda ortaya çıkan duygu yıkıcı bir hal alır. Temel duygu olarak öfkenin insan varlığında ortaya çıkmasının aslında birçok mevcut sebebi olabilir. Kişisel alan ihlali, varlığın ve benliğin tehdit olarak algıladığı durumlarda ya da bireyin istediği bir şeyin gerçekleşmemesi durumunda yoğun üzüntü halinde bireyin öfke duyması beklenen bir senaryodur. Başlangıçta sadece ağlayarak kendi duygusunu ve isteğini belli eden insan, zamanla konuşarak ve öfkelenerek isteğini dile getirebiliyor. Bu kısımda, daha önce de söylediğim gibi, öfkenin dile getirilme biçimi, bireyin aslında kendisiyle olan ilişkisinde çok etkilidir. Eğer yıkıcı bir öfke tablosuyla büyüyen bir çocuktan bahsediyorsak, büyük ihtimalle öfkesini karşı tarafa zarar verme yoluyla çözmeye çalışacaktır. Eğer öfkenin salt kötü bir duygu olduğu ve isteklerinin ve öfkesinin bastırıldığı koşullarda büyüyen bir birey ise zamanla öfkesini kendisine yöneltmeye ve öz saygısında düşüşler yaşamaya başlayacaktır. Çünkü sağlıklı koşullarda kendini koruma konusunda gayet adaptif olan öfke, bastırıldığı ve yansıtılmadığı durumlarda bireyin bütünlüğünün parçalanmasına ve kendisine olan saygısının azalmasına yol açacaktır.
Aslında bu duygunun çok küçük örneklerine toplumda çok rastlıyoruz. Örneğin, bir tartışma sırasında karşı tarafa duygusunu tam belli edemeyip gece yatmadan "Keşke şunu deseydim, şunu da deseydim." gibi söylemler, bireyin aktaramadığı o öfkeyi kendisine yöneltmesine sebep olur. Aslında bu durum tekil düzlemde böyle ilerliyor, toplumsal yaşama geçtiğimizde ise bir duygu aktarımı görülüyor. Özellikle bu tür duyguların toplumsal düzlemde yansımaları daha korkunç tablolara yol açıyor. Çünkü özellikle otoritenin sözünün geçtiği ve otorite yapısının mevcut olduğu toplumlarda, öfkenin mevcut otoriteye karşı dışa vurulamaması, biriken öfkenin şekil değiştirmesine ve zamanla toplumun geneline yayılmasına sebep olabilir. Burada ise sağlıklı olarak bahsedilen öfkenin zamanla kavgacılığa dönüşümü ve bu yönde evrimi kaçınılmaz bir hal alır.
Topluluk odaklı yaşayan toplumlarda, yani bireyin kendisinin spesifik özelliklerinden ziyade ait olduğu alana göre değerlendirildiği yapılarda, kavgacılığın daha fazla olduğunu görebiliriz. Burada aslında hem birey mevcut var olduğu topluluğu korumaya yönelik bir öfke gösterebilir veya pasif-agresyon olarak topluluğa bile kendi bilinç düzeyinde olmayan bir öfke besliyor olabilir. Durumun daha net anlaşılması için bir örnekleme yapacağım.
Bir yeni doğan bireyi ele alalım ve bu birey, hatta bebek desem daha doğru olur, topluluk odaklı bir toplumda dünyaya gelmiş olsun. Bu topluluk odaklı toplum tanımı aslında 100 sene öncesindeki dünyayı bile anlatan bir durum diyebiliriz. Bebek doğuyor, ismi, soyismi, dini kuralları vs. belirleniyor. Eğer bu bebek sağlıklı bir düzlemde büyürse, kişisel mevcut farklılıklarına, özelliklerine ve en önemlisi isteklerine saygı duyuluyorsa, özsaygısı gelişiyor ve yapmak istediklerini kendisi belirleyecek, sınırlarını bilen olgun duygusal gelişim gösteren bir birey olarak yaşamını sürdürüyor. Fakat topluluğun değerinin bireyden yüksek olduğu toplumlarda, ikinci senaryo olarak bebeğin istekleri topluluğun kurallarından daha önemsiz görülüyor. Belli alanlarda kategorize edilip "Sen A fikirlerine aitsin, doğrusu bu." gibi söylemler hem bebeğe aktarılıyor. Bebeği birey olarak da ele alabiliriz.
Zamanla bu bebek bireyde şu bilinç gelişiyor: "Beni büyüten, besleyen, sonsuz sevgi beslediğim ailemin isteği bu. Kendi isteklerim bu yönde olmasa bile onun sevgisi için bunları doğru kabul etmeliyim, belki de varlığımı ikinci plana atmalıyım." Aslında bu aşamada kritik olan süreçlerden biri, bireyin öfke duygusunun açığa çıktığı an. Tam bu bilinçte olmadan mevcut kurallara ve kendine yüklenen bireysel alanına müdahale edilen bebek birey öfkesini göstermeye başlıyor ve kendi olma yolunda çatışmaya girmek istiyor. Bu, en doğal ve sağlıklı duygulardan biridir. Fakat burada aile ve bebek birey arasındaki çatışma, eğer korku zemininde bireye yansırsa ve kişi kendinden vazgeçmeye mecbur bırakılırsa, bütün öfke depresif bir benliğe doğru kayar. Kişi, var olmak için aklı karışmış vaziyette kendisini tamamlayamadan bir buhrana girer. Ya mevcut kurallara uyup varlığını bastıracak ya da çünkü çoğu öğreti insanın varlığına ait farklı duygu düşünceleri ne olursa olsun biraz bastırmaya gider. Toplumun temelinde standartize etme ihtiyacı önemli olgulardan biridir.
Çünkü yapılan dışarıdan müdahale çocuğun hoşuna gitmese bile bir kalıba girme zorunluluğu, otoriteye uyma zorunluluğu - ki aslında her aileyi bir otorite olarak görmek mümkün çünkü besleyen, besini sağlayan, kuralları öğreten, yaşam için gerekli olanı sağlayan olgu aile olgusudur birey için - çocuğun, hatta daha genel ele alırsak bireye yapılan bu müdahale aileye karşı da öfkeyi arttırır. Öfke, korku ve tehdit, birey üzerinde bir savunma ihtiyacı doğurur. Aslında bu duyguların iç içe geçebilirliği, bireyin dışarı yansıyan duygusunun şiddetini belirlemede büyük ölçüde etkilidir. Ne kadar kompleks ise birey, o kadar şiddetli yaşıyor. Özellikle tehdit durumlarında korkuyla beraber savunmada ortaya çıkabilecek öfke, bireyi savaş-kaç durumunda savaşmaya yönlendirmekte büyük motivasyon sağlar. Öfkenin hayatta kalmaya yönelik bir duygu olduğunu söylemiştik. Aslında, içerisinde bulunulan koşulların oluşturduğu tehdit ve riskler, bireyde öfkenin şiddetini de arttırabilir.

İnsanlığın en büyük ihtiyacının özgürlük ve erişilebilirlik duygusu olduğuna inanıyorum. Bu öfkeye teslim olmak ve eğer bunu yansıtamayan bir coğrafyada yaşayan birey zamanla vazgeçtiği kendisine ait olan benliğin üstünü kapatır ve toplumsal bir kalıba, daha doğrusu sürüye dahil olur. Bu aslında yazıyla bu kadar kısa anlatılsa da tek bir dinamikte olan bir süreç değildir; buna bütün toplum el birliğiyle karar verir. Başta mevcut aile, sonra okul öğretmenleri, sonra arkadaş çevresi ve arkadaş çevresinin de ailesinden gelen öğretiler, bireyin üstünde muntazam bir baskı oluşturur ve bireyin aslında bir kısmının yok olmasını içerir.
Aslında her birey kendisi olarak yaşasa ortada toplum kalır mıydı ya da parçaların toplamı bütünden daha büyük mü olurdu emin değilim. Ancak şu an bir gerçek var ki, parçaların toplamı bütünden net olarak daha küçüktür. Çünkü farklılıkların minimalize edilmesi, bireyin kendisini bastırması ve erişebileceği fırsatların elinden alınması, öfkelerin en kötüsünü doğurur: kendine öfke. Kendine öfke kavramı, aslında bir toplumdaki bireylerin o toplumun gerilemesinde en temel duygu olarak görülebilir. Şu ana kadar yazdıklarımızda şunu kavramış olmamız iyi bir gösterge: sağlıklı olarak nitelediğimiz ve sağlıklı biçimde ortaya çıkmayan duygunun varlığı, alt kategorilerindeki ince nüanslar ve iç içe geçebilirlikler sonuçta yıkıcı bir sonuca yol açabiliyor.
Kendine karşı olan öfke, bireylerden topluma sirayet eder. Bu aslında, toplumun kendisinden nefret etmesine, öğretilen bu kuralların bireyin artık kendi varlığını bile tehlikeye atacak şekilde savunma istencini doğurmasına sebep olur. Birey, kendisini yok eden olguyu savunur hale gelir. Yok eden olgu, aslında o anki mevcut benliğini koruma isteğini doğurur ve bireyi muhafazakar bir yapıya sürükler. Kendini yok eden otoriteye karşı olan bu korku, farklı görüşlere karşı korku duymasına sebep olur. Yok ettiği benliğindeki mevcut üzüntü ve arkada mevcut olan o korku, farklı fikre sahip olanlara karşı yok edici bir öfkeyi de beraberinde getirir.
Birey, hem kendi benliğine karşı olan öfkeyi, hem buna karşı ortaya çıkan üzüntünün ağırlığını tamamen dışarıdaki, bunu tetikleyen bir simge düşünce ya da bireye yönlendirip onu yok etme yolunda ciddi bir motivasyon kazanır. Özellikle bu motivasyon, toplu bir şekilde kendini yok eden topluluklarda meydana gelirse, durum daha trajik sonuçlara yol açabilir. Belki de böyle bir senaryoya şahit olan bir mağdur olsak, Seneca'nın düşüncelerine katılmak oldukça olasıdır.

İşte bu şekilde var olması baskılanmış topluluklara, zamanında yapamadıkları veya elde edemedikleri özgürlüğü birilerinin haykırması, dayanılmaz bir acı ve öfkeye sebebiyet verebiliyor. Bunu, aslında bu denli yıkıcı sonuçlarla örneklemek doğru olmasa bile, gündelik alanlarda örneklerini görmek mümkün. Savaşa tanıklık etmiş kuşakların barış zamanında yaşayan gençlere, hayatlarının çok kolay olduğu gibi söylemlerle onları eleştirmeleri, hatta mevcut hallerindeki olaylardan şikayet etme özgürlüğünü bile ellerinden almak istemeleri, bunu bir nevi şükürsüzlük olarak değerlendirmeleri aslında kendi yaşadıkları gereksiz acıya anlam yüklemelerinin bir yansımasıdır.
İnsanın farkında olmasa bile bir yerlerde zekasının çok doğru çalıştığını düşünüyorum. Birey farkında olmasa da, bu tarz kavgacı durumları sergilemesi, ki aslında bu bence zeka düşüklüğü göstergesi, bu bozulan duygunun aslında içeride bir mantıklı dayanağının olması ve bütün bu dayanaktan dolayı bozulmuş duyguların açığa çıkması aslında bir paradoks yaratmıyor değil.
Eğer toplum totaliter bir yapıda yönetiliyorsa, ki bu aslında toplumsal geleneğe de dayanır, önceden yüzyıllardır monarşi zeminli büyüyen bir toplumda bireyler kendilerini yönetecek bir lidere ihtiyaç duyarlar. Lider ise yönetebilmek için korku ve öfke politikası izlemeye adımlar atarsa, zamanla bu öfke toplumdaki bütün bireylere sirayet edip güven zeminini ortadan kaldırır. Burada yöneticilerin ayrıştırma politikası çok önemlidir. Hayali düşmanlar yaratmak ve bu düşmanları toplum içinden seçmek, bir sanrı durumu oluşturur. Birey bir yerden sonra mevcut toplumundaki bireylere paranoya durumuyla yaklaşır, en ufak olaylarda tahammül seviyesi azalır. Birey belki de mevcut halini, ekonomik, sosyolojik, psikolojik vs. durumunu da kendi içerisinde bilip toplumsal zeminde aslında kendisini suçlamaya başlar.
Sorunu kendisinde gören bir toplum, öfkeyi yöneticiye yöneltmek yerine aslında aynı ortak paydada bulunduğu topluma yöneltir. Bütün enerji kendi kendini yok etme odaklı devam eder. Bu aslında mevcut düzende pek tanıdık olmayan bir durum değil. Gerilim sürekli artmaya devam eder, toplumsal güven azalır, birlik olma yapısı olabildiğince zayıflar. Ve ister mevcut otoriteye yakın kesim ister direnen kesim olsun, bu bütün topluma sirayet eder. Birey, kendisiyle aynı paydada buluştuğu kişilerle bile bir süre sonra sahte duygular kurmaya başlar, alttan alta onların da kendisine zarar verebileceğini düşünür. İnsanlar genel olarak kendilerini bir güvensizlik zemininde hissedip özellikle otorite de bunu hukuksal zeminde soru işaretleri yaratarak toplumsal düzeyde adalet duygusunun da kaybolmasına neden olursa, artık tamamen ayrışmış, bireylerin kendilerini bu güvensizlik zemininde güven duymak için bir yere ait hissetme ihtiyacının ya da tamamen kendilerini toplumdan soyutlama ihtiyacı güttüğü bir yapı oluşmaya başlar. Sonra da toplumda o aslında başta yansımayan minimal öfke, zamanla kar topu gibi büyüyüp yıkıcı bir hal alır.
Minimal düzeyde doğru kişilere zamanında gösterilmesi gereken bu öfkenin zamanla toplumun kendine yönelmesindeki sebep nedir? Burada öfkenin ne zaman ve kime karşı gösterilmesi gerektiği, toplumlar için hayati öneme sahiptir. Kötü olana ve totaliter olana yöneltilmeyen zamanındaki öfke, ilk bireyde kayıplara, sonra toplumsal düzeyde bu zeminin oluşmasına ve en kötüsü olan yıkıcı öfkenin toplumun tamamen kendisine yönelmesine sebep olur. Toplum, bir süre sonra kendisini bu durumdan çıkarmak isteyen "Kral çıplak!" diyenleri bile ciddiye almaz, içten içe bu düşüncelerden korkar ve alışkın olduğu yaşamaya çalışır. O kişileri yok etmek için de adeta bir otorite yanlısı gibi davranarak, görmezden gelerek bile bu konuda katkı sağlar mevcut düzene.
Belki de haklı öfkenin zamanında gösterilmesi, sadece kötü olana gösterilmesi toplumda bu yıkımlara yol açmayacaktı. İşte burada aslında öfkenin ne kadar yararlı bir duygu olduğunu da görüyoruz. Aristo'nun da belirttiği gibi, önemli olan doğru miktarda, doğru zamanda gösterebilmek.
Duyguların sosyal anlamda nasıl yönlendiği, bireyin kendisi olamamasının aslında toplumun da kendisi olamamasında ne kadar önemli olduğunu ve bu öfkenin ortaya çıkmadıkça yıkıcı biçimde toplumun kendisini sindirip yok etmesinde ön ayak olduğunu inceledik. Sosyolojide, özellikle sosyal yapısal yaklaşım teorisi ve duygusal sosyolojide, mevcut otoritenin gücünün artmasının toplumsal öfke ve şiddeti arttırdığıyla ilgili çalışmalar mevcuttur. Fakat şunu unutmamak gerekir: Toplumda ya da bireyde ne kadar yönelirse yönelsin, bir yerde değişim mümkündür.
Açığa çıkmayan bu öfke, müzikten sanata, ideolojilere, heykellere, efsanelere kadar binlerce üretim ortaya çıkarmıştır. İnsanlar, içlerinde bulunduğu bu durum belki bir fabrika işçisinin metal müziği bulmasına, belki gettoların hızlıca sözleri söyleyerek rap yapmasına, belki ölümü göze ala ala doğruları söylemekten çekinmeyen gazetecilere, binlerce örnek alınması gereken mücadele ortaya koymuştur. Birileri günü kurtarırken korkuyla bir şeyleri gizleme, bastırma yoluna gidip sindirme politikaları güderken, birileri bu durumu düzeltmek için yazmaya, bilinçlendirmeye ve cesaretini göstermeye devam edecek. Bütün değişimler, insanlığın yararına hiçbir zaman altın tepside sunulmadı. Hep mücadele var oldu; özellikle şu an günümüzde Ortadoğu'da mücadelesiz hayatta kalmak mümkün olmadı. Bütün bu öfkesini yararlı şekilde ortaya çıkarabilenlere, korkmadan doğruları söyleyebilenlere, "Kral çıplak!" diyebilenlere saygılar.
Comments