Bar
- A K
- 9 Mar
- 38 dakikada okunur

Arabayı park etmek üzere yavaşça hareket ederken etrafıma bakınıyor, uygun bir alan arıyordum. Küçük, ahşaptan yapılmış barın önünde, genellikle orta segment araçlar sıralanmıştı. Bu araçların içi, sahiplerine dair dağınık ipuçlarıyla doluydu—sanki sürücüleri, eylemlerini ve hikayelerini araçlarında biriktiriyordu. Barın önündeki kalabalıktan uzak durarak, arka tarafta kendimce güvenli gördüğüm bir noktaya park ettim.
Radyoyu kapatmak üzereydim ki Kansas’ın Dust in the Wind parçası çalmaya başladı. Şarkıyı yarıda kesmek istemedim. İçimde beliren hafif burukluk, şarkının hüzünlü tınısı ve dışarıdaki soğuk, karla kaplı manzarayla bütünleşince, birkaç dakika daha dinlemeye karar verdim.
Burası bana hem tanıdık hem de yabancı bir his veriyordu. Bara gelenler genellikle orta yaşlı, hayatta tam olarak bir yere tutunamamış insanlardı. Haftaiçlerini memnun olmadıkları işlerinde geçirip, hafta sonları ise burada, kendilerini biraz olsun özgür hissetmek ve kendileri gibi insanlarla birlikte olmanın aitlik duygusunu yaşamak için toplanıyorlardı.
Ben ise ne onlar kadar umursamaz ve kayıtsızdım ne de diğerleri kadar bu ortama ait hissediyordum. Belki de buraya gelme sebebim, ruhumun farklı yönlerini keşfetme isteğiydi. İçeride kimseyi tanımıyordum. Tek isteğim, biraz rock ve blues dinlemek, sıcak bir barda biramı yudumlarken birkaç fıstık atıştırmak ve her şeyi bir süreliğine boşvermekti.
Şarkı bitti. Derin bir nefes aldım ve araçtan indim.
İnsanlarla bu kadar yoğun uğraştığım bir işte çalışmak bazen beni tüketiyordu, fakat çoğunlukla da mutlu oluyordum. Hekim olmanın farklı yanları var, cerrah olmanınsa tamamı bambaşka. Hastaların rahatsızlıklarını dindirmek için opere etmek isterken bir yandan uygun olmayan koşullar nedeniyle elimden gelenin en iyisini bazen yapamamam, vicdani olarak beni oldukça zorluyordu.
Hasta yakınlarına göre işlemler oldukça basitti; bir diş çekmek, hepsi bu... Belki de gerçekten indirgemeci yaklaşıldığında basitti. Fakat bu işlemi yapabilmek için yaklaşık 10 yaşından beri dershaneye gidiyor, 5 yıl lisans eğitimi alıyor, yaklaşık 10 ay boyunca her gün uzmanlık sınavına çalışıyor ve o sınavı kazanma stresini yaşıyordum. Şu an 27 yaşına basmış biri olarak olayların detayını ve hangi işlemin ne zaman yapılıp yapılamayacağını biliyordum. Olayın o kadar basit olmadığını, içinde bulunarak emin bir biçimde söyleyebilirim.
Yine de beklentilerin boyutu, uygun olmayan hastaların da bunu istemesi ve benim yapamamam, üzerimde büyük bir baskı oluşturuyordu. Evet, binlerce kitaba göre bunun yapılmaması lazımdı; fakat ben yine de kendimi kötü hissediyordum. Yapmak için en ufak bir girişimde bulunduğumda ise kıdemlilerin “Biz sana yapma demiştik.” lafı ve asla kimsenin arkamda durmak istememesi beni iyice zorluyor ve dönüştürüyordu.
Kandan, yaradan vs. etkilenmiyordum. Bundan etkilenmem eminim hastaya zarar verirdi. Fakat beni esas etkileyen şey, genel bir boşvermişlik ve kimsenin elini taşın altına sokmamasıydı. Bunun yanı sıra, cerrahide var olan kıdem sistemi de bir o kadar gerekli; fakat bizim gibi toplumlarda tamamen farklı yönlendirilen bu olgu, hem öfkelendiriyor hem de bir o kadar güldürüyordu.İnsanların, öğretmekten ziyade, daha önce orada bulunmuş olmanın verdiği hakla diğerleri üzerinde egemenlik kurma isteği; aslında süregelen ve işleyen sistemde herkesin kendine ayrı bir rol biçmesi ve bu rollerin dışına çıkıldığında sistemin bozulduğunu düşünmesi beni eğlendiriyordu. Olay, aslında yetişkin çocukları izlemekten farksızdı.
Bir ameliyat defterindeki yanlışlık, Türkiye’de derece yapmış, yıllarca emek vermiş ve aynı zorluklardan geçmiş insanların birbirine küfretmesine, nefret etmesine, saatlerce tartışmasına ve hararetli toplantılara yol açabiliyordu. İletişim eksikliği, insanların kendilerine biçtiği roller ve güç algısı, toplumun her aşamasında olduğu gibi bizi de etkiliyordu. Tartışmalardan ben de bu denli uzak duramıyordum. Haksızlık karşısında kapıldığım ani öfke ve karşı tarafın tamamen yalan üstüne kurulu iddialar ortaya koyması beni olabildiğince öfkelendiriyor ve saldırıya geçmeme sebep oluyordu. Bazen kendimi kaybettiğimi fark ediyordum, fakat akşam eve giderken tükenmiş hissediyordum.
En kötüsü de buydu, çünkü gelişmiş ülkelerde durum böyle ilerlemiyordu. Belki de benimle aynı eğitimi gören insanlar şu an çeşitli bilimsel çalışmalara kafa yoruyor, alanlarıyla ilgili sorunlarla ilgileniyorken; içinde bulunduğum kitlenin birbiriyle uğraşması ve buna enerji harcaması, hem kendimi kötü hissetmeme neden oluyor hem de geleceğe dair umutlarımı kırıyordu. Sistem en başından aşağıya kadar bunlardan oluşuyordu. Hocalar kayıtsızdı, "Kendi aranızda çözün." modunda, sadece ekonomik rahatlık ve akademinin verdiği garantili yaşamın monotonluğunda yaşamak isterken, gerçekten bir şeyler yapmak isteyenler ise aralarda bir yerlerde çabalıyor, yoruluyor ve umutlarını taze tutmaya çalışıyordu.
Ben ise işimden memnundum. Mental olarak beni gerçekten fazlasıyla rahatlatıyor ve tatmin ediyordu—burada işimden bahsediyorum, ortamdan değil. Fakat kendimi yine de ait hissedemiyordum. İçinde bulunduğum bu mücadeleci ruh, fikirlerin konuşulduğu, tartışıldığı o ortama girememiştim. Garip olan ise eğitim hayatım ilerledikçe bu ortamdan uzaklaşmış olmamdı. Lisede bu ortamlarda fazlasıyla bulunurken, eğitim sistemine maruz kalan insanların arasında fazlaca vakit geçirdikçe ve kademe atladıkça, tam tersi olması gerekirken, iyice geriye gitmiştim. Fikirlerin değil, insanların konuşulduğu ortamlarda bulunmak beni içten içe yaralıyordu.
Lisede arkadaşlarımla din, siyaset, yaşam ve felsefe üzerine belki birbirimizi yiyecek kadar hararetli tartışıyorduk, fakat bütün bu düşünceler içimize dokunuyor, tartıştığımız insanlara günün sonunda bir saygı duyuyorduk.Öyle ya da böyle, düşüncelerini dile getirebilen insanlardı. Fakat zaman ilerledikçe herkes sadece kendini kurtarma odaklı düşünmeye başladı. Düşüncelerinden vazgeçen kitlelerin arasında, fikirlerini dile getirdiğinde bile buna kayıtsız kalan insanlarla dolu bir dünyaya dönüşmüştü her şey.
Barın kapısını açtım. İçerisi loştu; sigara dumanı havada asılı kalmış, eski televizyonların bir kısmında maç, bir kısmında ise metal müzik klipleri oynuyordu. Maçla ilgilenenler yan yana oturmuş, içkilerini yudumlarken futbolcular hakkında kanaat önderi edasıyla fikirlerini paylaşıyorlardı. Bir grup kendi muhabbetine dalmış, kahkahalar atıyor; diğerleri ise tamamen izole bir şekilde bar taburesine oturmuş, barmenle arada sohbet edip çoğunlukla sigarasını ve içkisini yudumluyordu.
Duvarlarda 1960-1970’lerin müzik grupları, 80’ler hippi akımı fotoğrafları, çeşitli ülke bayrakları, sigara içen Bukowski ve kadın resimleri asılıydı. Sağ tarafta küçük bir tuvalet girişi vardı; ahşap kapıları insana pek hijyenik bir imaj vermese de tuhaf bir şekilde mekânın atmosferine uygundu. Burada olması gereken tuvalet tam olarak buydu. Genel olarak kalabalık, sigara dumanı, gürültü ve müzik hâkimdi. Bu beni mutlu etti, çünkü kimse bunları umursamıyordu. Kendi içlerindeki dağınıklığı kabul etmiş bir kitle, mekâna da uyum sağlamış şekilde kafa dağıtıyordu.
İçeri doğru yönelirken birinin omzuna çarptım. Özür dileyip yoluma devam ederken, sol tarafta oturan bir kadın dikkatimi çekti. İçimde anlık bir sıcak heyecan uyandırdı. Hafifçe baktım—alımlı, güzel ama bir o kadar da depresif bir havası vardı. Kendine çekmeyi başarmıştı, fakat içimden şu düşünce geçti: Gerçekten artık depresif biriyle uğraşacak durumda değilim. Sikerler, onunla mı uğraşacağım şimdi?
Bu düşünce bir anda bütün heyecanımı bastırdı ve oturacak bir yer aramaya başladım. Bar taburesinde oturan amcalar pek ilgimi çekmedi. Maç sırasında futbolculara küfür eden o kitle de çekmedi. En iyisi, tek başına oturan kadının bulunduğu bölgeye yönelmekti. Sohbet eden kitlelerin arasından sıyrılarak usulca geçerken özellikle kimseye çarpmamaya dikkat ediyordum. Direkt yanındaki sandalyeye oturmak farklı bir imaj uyandıracağı için çekindim ve birkaç masa aralıklı olarak tekli bir masaya geçtim.
O sırada garson kız yanıma geldi. “Hoş geldin, menü burada.” diyerek uzatıp gitti. Yüzüne baktığımda piercingleri ve renkli saçı hemen dikkatimi çekti. Parçalar eksiksiz bir biçimde uyumlu olarak hareket ediyordu.
Aslında bizim için bir kaçış alanı olan bar, belki de onun için kaçması gereken bir alandı. Olayı hemen dramatize ettim: Belki anne babası erken yaşta ayrılmıştı, depresif bir ergenlik dönemi geçirmişti ve aslında istemeyerek bu yollara girmişti. Bu düşünce içime bir zehir gibi yayılmıştı. Sonra, belki de gerçekten istediği için burada olduğunu, hikâyesinin bambaşka olabileceğini ve burada mutlu olduğunu düşündüm. Ancak gelen kitlenin bakışlarının onu rahatsız etmeme olasılığı da azımsanmayacak kadar düşüktü. Kızla burada sevgili olup ona başka bir hayat sunma fikri bile aklımdan geçmedi değil. Kendime yüklediğim misyonlar bazen beni de güldürüyordu. Sanki her şey yolundaymış gibi, başkalarını kurtarma görevini de kendi içimde kabul etmem, bunu düşünmem aptallık gibi geliyordu. Kendi içime kısa bir gülümseme attım ve sonra solumdaki kadına baktım.
Elinde eski bir kitap vardı. Kaşları, odaklanmanın verdiği hafif çatıklıkla şekillenmişti. Şakaklarından yüzüne doğru dökülen birkaç tutam saçı, bende okuduğu kitaba karşı bir merak uyandırdı. Mutlaka bir şeyler o kitapta onu etkilemiş, ondan bir şeyler almaya çalışıyor ya da kendisini kitapta görüyordu. Sigarası inceydi, birasının ise yarısından çoğunu içmişti; bardak terlemeye başlamıştı. Birasını görünce menüyü anımsadım. Fiyatlar pek önemli değildi, sadece gerçekten soğuk bir bira içmek istiyordum. Belki de pisboğazlığım tutarsa, yanında kalitesiz bir pizza ya da burger de sipariş ederdim.
Garson kızı çağırdım ve sadece fıçı bir Efes istediğimi söyledim. O an ihtiyacım olan tek şeyin bir an önce gelmesini istiyordum. Şimdi, bira gelene kadar oyalanacak bir şey bulma sırası gelmişti. Çantamda bir kitap aradım, okumak istedim fakat ortamda bunun yargılanacağı korkusu içime, kaldırımdan süzülen kaçak bir su gibi ani ve sinsice yayıldı. Sonra bunu umursamamaya karar verdim. Biraz çevreme bakındım.
İşleri hakkında konuşanlar, baskıcı rejime sövenler, suçu hep başkasına atanlar, çare arayanlar, eğlenenler… Hepsi buradaydı. Aslında yaşadığım coğrafyayı tek bir bar bile anlatıyordu. Yaşam tarzları geneli yansıtmasa da, aynı tarlada yetişen meyvelerin farklılık derecesiyle aynı uyumluluktaydı. Küçük bir grup bile bütünü gösterebilir, fikir yürütmek için yeterli olabilirdi. Yan masada hükümete söven kişi, belki işyerinde patronuna yaranmaya çalışan biriydi. Eleştirdiği hükümeti destekleyenleri sert bir dille yargılayan kişi, yalnızca kişi bazlı bir değişiklik yaparak aynı eylemi gerçekleştiriyor olabilirdi. Aynı tarlada yetişen meyveler, büyük ölçüde birbirine benziyordu.
Biraz telefona odaklanmak istedim. Aslında sahip olduğum telefon, saat, kıyafet… Dışarıdan bakan biri beni varlıklı sınıfına sokabilirdi. İçinde bulunduğum ortamda hakkımda bir fikir sahibi olunmasını istedim. İki üç farklı uygulamaya girip boş şeyler okuduktan sonra, aslında sahip olduğum şeylerin anlamsızlığını bir kez daha hissettim. O an içimde tek bir istek vardı: O kadınla konuşmak. Fakat bu bir libidonun sonucu değildi. Gerçekten, tanımadığım biriyle sohbet etmek istiyordum ve onun kitap okuyor olması, beni anlayabileceği konusunda içimde bir fikir oluşturuyordu.
Ama bu nasıl olabilirdi? Bir erkek arkadaşı olması muhtemeldi, belki de barmenin sevgilisiydi. Yanına doğrudan gidersem çevreden çekeceğim tepkileri göz ardı edemezdim. İlk adımı onun atması gerekiyordu. Bakış atabilirdim… Evet, bakış. Hafifçe ona doğru baktım. Tam o sırada sigarasını yakmak için hazırlanıyordu ve beni fark etti. Gözleri bana hafifçe kaydı, sonra yüzünü çevirdi.
Evet, beğenmemişti beni. Yine başarısız oldum. Aslında bu, yıllardır süregelen bir durumdu. Özgüvenim bu konuda her zaman kırılgan olmuştu. O kadar kız arkadaşım olmasına, insanların beni beğendiğini söylemesine, hatta tipimin iyi olduğunu az çok bilmeme rağmen, en ufak bir olumsuz tepki içimde “beğenilmediğim” duygusunu uyandırmaya yetiyordu. Sonra tekrar kitabına odaklandı. Kitabının ismini okumaya çalıştım, belki yazarına bakarım diye.
Tam o sırada bir gürültü koptu—gol olmuştu. Küfürler havada uçuşuyordu. Maça baktım; Premier Lig maçıydı. Sikeyim, buna niye küfür ederler? diye düşündüm, sonra muhtemelen iddia oynadıklarını fark ettim. Neyse, herkes kendi âlemindeydi. Ben de tekrar iç dünyama dönebilirdim.
Biram o sırada geldi ve çalan metal müziklerin solo kısımları içimi hafifçe ısıtmaya, beni kendi dünyama geri çekmeye başladı. Üzerime baktım—oldukça nizami, takım elbise satan mağazalardan giyinmiş bir adamın kıyafetleri içindeydim. Orta yaşa gelmiş, güzel arabalara binen kitlenin tarzına bürünmüştüm. Bir an, bu beni aşırı rahatsız etti.
Ben dönüşmüştüm. Oysa bundan yedi yıl önce, tamamen salaş kıyafetler giyen, müzik gruplarının tişörtlerini taşıyan, sakalları dağınık, dört küpeli biriydim. Sanki o bene ihanet etmiştim, onu içeride bir yerlerde bastırmıştım. Onun istediği ortam, düşüncelerin tartışıldığı, üretildiği, müziklerin dinlendiği, herkesin rahat olduğu bir yerdi. Ama ben, baskı dolu bir lisans eğitiminden çıkmış, despot ve yargılayıcı bir ortama giriş yapmıştım.
Tamam, dedim kendi kendime. Bir dahaki sefere bu kıyafetleri değiştiririm. O ben olarak döneceğim buraya.
O anda, garson kız yanıma geldi ve masama bir içki bıraktı. Sonra kulağıma doğru eğilerek usulca fısıldadı:
“Kitap okuyan kadın gönderdi.”
Ve işte o an, kafamdaki düşünceler bir anda dağıldı.
Kırgınlıklarımla, üzüntülerimle, travmalarımla ben, benim. Ve beni güçlü kılacak şey de yine ben olacağım. Ne saçma bir cümle bu. Buna inanamayacak kadar zor şeyler yaşamak, içimde derin bir üzüntü oluşturdu.
Senelerdir kendimi tamir etmeye çalışıyorum. Değişimler, devinimler, içimde kendime karşı yaptığım haksızlıklar... Sonrasında biriken öfkemin yansıması olan saldırganlığım, ördüğüm duvarlar, hepsi bugün şu masada etrafa sorgulayıcı gözlerle bakan beni yarattı. Birinden nefret etmem ya da tiksinmem için üç saniye bakmam, gözlemlemem yetiyor.
Bara gelme amacım mı? Bilmiyorum. Belki biriyle flörtleşir, güzel bir gece yaşarım. Belki sadece içkimi içer, biraz kitap okur ve evime dönerim. Tek başıma. Sonra hafta içi tekrar o plaza yaşantısına dönüp sahte gülümsemeler saçar, mecburi saatler geçireceğim insanların arasında kendim olmaya çalışacağım zamanlar yaratırım.
Aslında mecburiyet, beni en çok zorlayan ve sıkan nokta. O iş yerinde saatlerce Bertuğ, Can ve diğerlerini görmek... Belki dışarıda karşılaşsak harika arkadaşlar olabilecekken, her gün onlarla aynı ortamda olma fikri, onlardan öylesine uzaklaştırıyor ki beni. Hiçbiri arzularımı bile harekete geçirmiyor. Şu barmen bile, o yavşak gülümsemesine rağmen, çok daha fazla çekiyor beni kendine.
Sanırım zorunluluk kavramı her şeyi karmaşıklaştırıyor. Hem zaten evlilik ya da düzenli bir ilişki düşünmüyorum. Hâlâ bulmam gereken cevaplar var.
Ailemle uzun zamandır farklı şehirlerdeyiz. Onlara gerçekten değer veriyorum ama mesafenin getirdiği mesafe, gerçekmiş. Bir süre sonra odaklanmam gereken tek şey kendim kaldım. Bu, başlarda sancılı bir süreçti. Hafta sonları ne yapacağımı bilmiyor, saatlerce evde sıkılıyor, bir ara dating uygulamalarına sarıyordum. Farklı insanlarla tanışıyor, dışarıda bir-iki buluşma yapıyor ama hiçbir şey devamlı hale gelmiyordu.
Bir şeyler vardı. Bunun sebebini dışarıda arıyordum ama aslında içimde, en derinimde saklıydı. Ve bunu keşfetmem senelerimi aldı.
Terapiye gittim. Konu aileme geldi, arzularıma geldi, geçmişime geldi. Fazla sorumluluk üstlenmem, içimde öyle bir yük oluşturmuştu ki kendi arzularımı, isteklerimi tamamen yok edip insanları mutlu etmeye çalışan biri haline bürünmüştüm. Ama bu uzun süre devam edemedi. İronik bir şekilde, kime iyi davransam bir noktadan sonra değersizlikle karşılaştım. Ve yıllardır içimde biriken öfke, bir noktadan sonra herkes için belirgin hale geldi. İnsanoğlu yaşadığı şeyleri anlatırken aşırı özetliyor. Belki de bu yüzden YouTube'da vlog izlemeyi seviyorum. Olan biteni anbean yaşamak, kaydetmek, basit şeylerin ne kadar sürdüğünü görmek bana iyi geliyor olabilir.
Şu an elimde Anda Kalma kitabı var. Kafam bunlarla meşgulken, ana teması "an" olan bir kitap okumanın ironisini fark ediyorum. Bir bira söylemem iyi olacak.
Maç izleyenleri hiç anlayamıyorum. Böyle bir şeyden nasıl keyif alabiliyorlar? Sabırsız olarak nitelendirdiğimiz bir cinsiyetin, üstelik golsüz bitse bile, bir maçı dikkatle takip etmesi bana hep garip gelmiştir.
Garson kızın piercingleri hoşuma gitti. Hep renkli saçlarım olsun istedim ama gerek çevre baskısı gerekse kendi cesaret edemeyişim beni bir miktar kısıtladı. Aslında yeni yaşadığım ayrılık, popüler kültürün bir öğesi olarak, saçımı boyatmam konusunda kabul görebilir bir bahane yaratabilirdi. Ama tercih etmedim. Kendi saç rengim her zaman bana daha huzurlu hissettirdi.
Geçmişin hüznünü yaşamak, geleceği düşünmenin getirdiği endişe ve anda kalmanın verdiği güven ve huzur… Bla bla. Kulağa doğru geliyor ama zihnimde bunu gerçekten başarmakta zorlanıyorum. Dışarıdan öneri vermek ne kadar kolay, asıl zor olan bunu bireyin hayatına geçirebilmesi. Bu fikri her duyduğumda içimde bir direnç oluşuyor ve geçmişi, geleceği düşünmek bana sanki kontrol bende gibi bir his veriyor. Evet, bu his belki alışkanlıkların bir yansıması ama günün sonunda elimde hiçbir şey olmadan, sonsuz bir çaba harcayarak yorulup uyumak istiyorum.
Mekana biri girdi. 1.85 boylarında, yapılı, esmer bir çocuk. Çevresine fazla bakınıyor, o da her şeyi fazla analiz ediyordu. Maç mı izleyecekti acaba? Hayır. Maç izleyenlere bakışından, bunu ne kadar anlamsız bulduğunu fark ettim. Burası onun sık geldiği bir yer değildi, hatta o kadar yabancıydı ki çevresini dikkatlice inceliyordu. Nereye oturacaktı? Zihnim bir anda onun davranışlarını kontrol etme fikrini üretti. Onu bir oyun karakteri gibi gözlemleyip yönlendirmek ilginç geldi. Merak ediyordum, ne yapacağını…
Bana doğru hafifçe döndü. Kitabıma odaklanmam daha iyi bir fikirdi; olası bir bakış, gereksiz hareketlere sebebiyet verebilirdi. Bu coğrafyada insanlar kibarlığı yeşil ışık olarak algılayıp gereksiz cesaretlenebiliyorlar. Aslında toplumsal olarak kurulan bu dinamiklerin yanlışlığı biz kadınları da daha savunmacı yapıyor.
Direkt yanıma oturmadı. Pek ilgilendiğini düşünmüyorum ya da o da toplumsal saçma kurallar yüzünden mesafeli durmak istemişti, olası bir yanlış anlaşılmaya karşı… Bu davranışı hoşuma gitti. Saçları dağınıktı, gömleği dışarıdaydı. Ne çok resmi ne de çok salaş, arada bir yerlerde… Duruşu ve gözlemci tavırları, sanki davranışlarının doğruluğunu her an sorgulayan birisi gibi bir izlenim uyandırmıştı. Belki de sadece aptalın tekiydi, ne önemi var? Sonuçta karakterini tam olarak kontrol edememiştim. Eğer edebilseydim, yan masama oturtmak isterdim.
Böyle anlarda sıkılıyor ve hiç tanımadığım, birbirimizden tamamen habersiz insanlarla sohbet etme, tanışma fikrini cazip buluyordum. İsmimi bile değiştirebilirdim, mesleğimi, ırkımı, memleketimi… Önceden yargılarla süslenen bütün kimlik kalıplarını bir kenara bırakabilirdim. Belki de hepsinden bir tutam aldım, doğduğum andan itibaren kendi benliğimin pastasına serpiştirildiler. Sonra yaşantılarım o pastanın içeriği, meyveleri oldu. Özüm bendim. Ama dışarıdan bakanlar o pastayı hep farklı şekillerde tanımlıyordu; kimisi meyvelere, kimisi üzerine serpilen süslere odaklanıyordu.
Birasını söyledi: Standart bir fıçı Efes. Basit bir seçim. Basit ama tatmin edici.
Bana tekrar baktı. Bakışlarında anlamlı bir güvensizlik sezdim. Oysa dışarıdan bambaşka bir görüntüye sahipti. Yakışıklı denebilirdi. Uzun boyu, saçları onu ilgi çekici yapıyordu. Hafif sert, komik ama oldukça özgüvenli biri gibi duruyordu. Peki, neden böyle bir sezgiye kapıldım? Şu an düşündüklerim, hissettiklerimin bir yansıması mıydı?
Bazen başkaları hakkındaki fikirlerimiz aslında tamamen kendimize ait oluyor. Onlara karşı yaşadığımız yanılsamalar, içimizdeki bizi yaralıyor.
Bugün hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi yapmak istiyordum. Ona bir içki gönderecek ve benimle tanışmasını sağlayacaktım. Daha önce hiç tanımadığım biriyle oturup konuşma fikri, şu an içinde olduğum monotonluktan çıkmamı sağlayabilirdi. Belki riskliydi ama bu dürtüselliği boş geçip, kendimi senelerdir yaptığım gibi kısıtlamak istemiyordum.
Garson kızı çağırdım ve ona bir cin tonik göndermesini söyledim. Benim gönderdiğimi söyleyecekti.
Lanet olsun. Şu an ne yapmam gerektiğini düşünmek için sadece birkaç saniyem var. Bir yandan özgüvenim okşanmışken, diğer yandan içimde beliren tehdit algısı korku uyandırıyordu. Benden hoşlanıyor olabilirdi ama hiç bilmediğim bir mekânda bir kadının bana içki göndermesi… Bugün başıma gelebilecek en son şeydi herhalde.
Bu kadın mekan tarafından görevlendirilen biri olabilir miydi? Belki kons, belki eskort… Ne yapacağımı bilmiyordum. Ama bir şey yapmalıydım. Önce etrafı kontrol etmek en iyisiydi.
Barmen… Evet, barmene bakmalıydım. Eğer bana bakıyorsa, büyük ihtimalle işin içinde o da vardı.
Çok uzun süredir depresif düşüncelerle boğuşuyorum. Bazen bunlar beni beslese de tehlikeden ve ölümden hep korktum. Gerçi şu an ölüm pek olası görünmüyordu ama yine de abartılı bir ihtimal olarak aklıma geldi.
Barmen benimle hiç ilgilenmiyordu. Şu an başka bir kadına o yavşak gülümsemesini atarak sohbet etmeye çalışıyordu. Onun işin içinde olduğunu sanmıyordum.
Etrafta maç izleyenleri hızlıca taradım. Artık maçın monotonluğundan sıkılmış olmalılar ki birbirlerine el şakaları yapıyor, küfürler eşliğinde kahkahalar atıyorlardı. En orta masada oturan izole arkadaş grubuna baktığımda ise dikkatlice yemek yediklerini gördüm. Sanki bir kırıntının bile yere düşmesine tahammülleri yokmuş gibi titizlikle yemeklerine odaklanmışlardı.
Kadına bakmalıydım artık. Ne fazla ileri gitmeli ne de kaba bir şekilde ipleri tamamen bırakmalıydım. Biraz daha vakit kazanmalıydım.
Ona doğru dönerek baktım. Alımlı gözleriyle bana kibarca bakıyor, usulca bir cevap bekler gibi iç ısıtan bir gülümsemeyle karşılık veriyordu.Bardağı hafifçe havaya kaldırdım, başımı hafifçe eğerek ona selamımı ilettim ve teşekkürlerimi sundum. O da aynı şekilde gülümsedi. Garson kız, şaşkın bir şekilde, "Bu pek rastladığım bir şey değil, gitmeyecek misin yanına?" diye sordu. O an panik seviyem biraz daha arttı. Aslında gitmek gibi bir niyetim yoktu ama sanki o soru, bir emir gibi, düşünmeden hareket etmeme sebep olmuştu. Sessizce kalktım. Tam oraya yönelirken eşyalarımı unuttuğumu fark ettim. Heyecanım, ne kadar gizlemeye çalışsam da, o an tamamen belli olmuştu. Bunu tatlı buldum kendi içimde.
Boş masaların yanından geçtim ve onun olduğu masaya gelince oturmak için izin istedim. "Tabii ki, lütfen," cevabını duyduğumda heyecanım daha da arttı. Ve bir anda tüm koşulları unutarak, sanki ilk kez bir kadınla konuşacak gibi heyecanlı bir şekilde o masaya oturdum. Sesinde bir özgüven vardı; masaya içki göndermesi de bunu oldukça destekliyordu. Bu kadar özgüvenli bir kadına karşı içimdeki kuşkuları yansıtmadan, o ince çizgide kendim olarak nasıl hareket edebilirdim? Olan olmuştu artık; sohbet etmek gerekiyordu. Akışa bırakmayı tercih ettim, gömleğimin yakasındaki terlemeyi en son olarak hissederek.
"Ben de aslında pek böyle şeyler yapmam," dedi, "fakat gerçekten sıkıldım, seni rahatsız ettiyse kusura bakma."
"Rahatsızlık yok," dedim, "ben de sıkılıyordum ve açıkçası senin okuduğun kitabı da merak etmiştim. Elimde Platon'un Devleti var ama bir bar için oldukça sıkıcı bir kitap olacağı kesin."
İlgimi sana kaydırdım, daha doğrusu senin kitabına. İnce bir gülümseme yayıldı yüzüme. Sempatik gözükmek, böyle durumlarda, sanki bir anahtar gibi işliyordu.
"Evet, ben de anda kalmakla ilgili bir kitap okuyordum," dedi, "ama bar içinde bu pek doğru kitap sayılmaz," diye gülerek ekledi.
Dişleri gerçekten çok güzeldi. Hafif loş ortamda, o beyazlıkları ve düzenli dizilimleri beni, belki de lisans yıllarımda o ideal diş kavramının kurallarını ezberlemeye çalıştığım yıllara götürdü. Bu, mesleki deformasyondu aslında ama farkında olmadan insanların dişlerini incelemeye başlamıştım. Hatta, biraz daha ileri giderek, onların sosyoekonomik durumları hakkında bile hafif yargılarda bulunabiliyordum. Bu durum hoşuma gitmişti.
"Dişlerin güzel," dedim, "Yani, mesleğim o olduğu için biraz daha dikkatimi çekiyor, o yüzden demek istedim."
Gülümsedi, "Teşekkür ederim," dedi.
Bakmaya dikkat ettiğini söyledi, ardından "Belki maddi yönden tatmin edici olmayabilir, ama," dedi, "bugün masada bir kural koymak istiyorum. İzin verirsen, dışarısıyla ilgili birbirimize bilgi vermeyelim, sadece şu anda kalalım, ben ve sen olarak. Eğer senin için de uygunsa," dedi.
Bu soruyu duyunca biraz daha gömlek yakalarımı hissetmeye başladım. Farklı bir teklifti ama bir o kadar da anlaşılabilir bir şeydi. Amacı neydi? Tek gecelik bir ilişki mi yoksa sadece gizemli mi gözükmeye çalışıyordu? Kendini gizlemek onun için önemli miydi?
Ciddi şekilde bunalmıştım o an ama kabul etmekten başka çarem de yoktu. Belki de, beni de bilmemesi, özgür bir alan yaratabilirdi. Evet, özgürlük... İsmimi bile farklı söyleyebilirdim. Ama şuan yapmayacaktım. İsmimi gizlemek istemiyordum. Belki de buna hiç gerek kalmayacaktı.
"Evet, kabul," dedim. "Nasıl istersen. Zaten dışarıdaki olaylara pek ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum. İşin açığı, ben de bu tarz bir deneyimi daha önce düşünmüştüm, güzel olabilir," dedim. "Deneyimden kastın ne?" dedi. Orada hafifçe cinselliğe dokunmak istemiştim, fakat cevabı sert bir duvar gibi geldi. O an olayı düzeltmek için ılımlı bir cümle kurmalıydım. "Yani," dedim, "tanımadığım bir insanla, sahip olduğum bütün geçmişi geride bırakarak, konumları, statüleri, sahip olduklarımı, olmadıklarımı sohbet edebilmek... sadece ben olarak," dedim.
Hafifçe gözlerini masaya doğru kaydırarak gülümsedi, sanki masanın altına da bakıyormuş gibi bir hisse kapıldım. Sonra bana doğru döndü. "Evet, benim de istediğim bu," dedi, "Teşekkür ederim teklifimi kabul ettiğin için."
Bir anda rahatladım, şu an itibariyle kendimi daha özgür hissediyor, sanki her şeyden sıyrılıp önemli bir karar alıyormuşum gibi hissediyordum. "Siktir et," dedim içimden. Karşımdaki kadına karşı saçmalasam bile, ne önemi olabilirdi ki? Hayatımda yüzlerce kadınla konuşmuştum, o da onlardan biriydi. Varlığı ve yokluğu belki de bir saat önce bana tamamen yabancıydı, ama şimdi terlemem, heyecanlanmam... Hayat gerçekten garipti.
Birden, "Seni gerçekten tanımam için, öncelikle kendini tanıman lazım, biliyor musun?" dedi. "Sen kendini tanıyor musun?"
İyice donuklaştım, biraz da öfkelendim. Sigarasını yakmış, doğrudan bana bakıyordu. Bakışları ciddileşmişti, suratındaki sempatiklik ve gülümseme, sert bir ifadeye dönüşmüştü.
"İyi misin?" dedim hafifçe gülümseyerek. "Şaka mı yapıyorsun?"
"O zaman sen iyi misin şu an?" dedi.
Hayır, değildim. Gitmek istiyordum buradan. Kadına sinirlenmiştim. Alay mı ediyor zeki mi görünmeye çalışıyordu anlamamıştım. Fakat bakışlarındaki iticilik ve değişim beni ondan olabildiğince soğuttu.
"Gitmek istiyorum müsaadenizle," dedim, "Bu kadar eğlence yeterli oldu."
Eğlence kısmı kalmamıştı aslında. Kadının ruhsal problemleri olduğunu düşündüm ve bu beni biraz tedirgin etti. Bir an önce bardan uzaklaşmak istiyordum.
"Neden kaçmak istiyorsun?" dedi bana. O sırada, sağımdan sokulan garson kız gülümseyerek, "Buradan gitmen için çıkışı bulman gerek," dedi.
Sinir katsayım zirveye ulaşmıştı. Artık saldırı moduna geçmeye kararlıydım. Şakaklarım kasılıyor, çenem titriyor, yumruklarımı sıkarak ayağa kalktım. Küfürler etmeye başladım: "Buradan çıkacağım, hepinizi sikiyim, siktirin gidin," diyerek kalktım ve garson kızı da ittirdim.
Maç izleyenlere dönüp, "Burada benimle oyun oynuyorlar," dedim. Onlar, tamamen sessiz bir şekilde ayağa kalkıp, sadece bana doğru yönelmeye başladılar. Sanki şuan bir oyunun ve planın içerisinde sıkışıp kalmıştım. Bu hem öfke veriyor hem de sanki truman show misali bir hisle korkutuyordu. Şaka olacağını bile düşündüm fakat bu kadar kalabalığın ciddileşmesi bu ihtimali yok etmişti. Artık onların da işin içinde olduğunu fark etmiştim, iyice sinirlerim gerildi. Şişeyi elime alarak, "Benden uzak durun!" dedim. Önüme geleni öldürebilirdim, o kadar korku vardı içimde. Bir an önce buradan gitmek istiyordum. Herkes sessizce bana bakıyor, susuyorlardı. Arka fonda sadece kısık bir metal müzik çalıyordu, mekan tamamen susmuş ve tüm gözler bana çevrilmişti. O anda telefon aklıma geldi. Hızla köşeye doğru koştum, gitmek ve onlar yetişmeden polisi aramak fikri belirdi kafamda. Evet, bunu yapmalıydım. Elimi hızla telefonuma attım, acil numarayı çevirdim. Ama korktuğum başıma geldi; telefonumda hiç sinyal yoktu.
O an, artık fazla fırsatım olmadığını kabullenmeye başladım. Yapmam gereken tek şey vardı: kapıya koşmak. Evet, kapı önümdeydi ve ona doğru koşarsam kurtulma ihtimalim vardı. Herkesle aramdaki mesafeyi ve kapıya kim önce ulaşır diye hesaplamaya başladım. Avantajlı bir pozisyondaydım. Hedefim ve kurtuluşum oradaydı. Tüm bu "kendini tanıma" saçmalıklarından, içinde sıkışıp kaldığım bu bardan beni kurtaracak tek şey bacaklarımdı.
Tam koşmaya başlayacaktım ki, orta masada oturan o titizlikle yemek yiyen gruptan bir erkek ayağa kalktı. Yavaşça yüzünü sildikten sonra, "O kapıya koşman bir şeyi değiştirmez," dedi. "Garsonun da dediği gibi, kendini bulman, buradan çıkmanın tek yolu o kapıya koşsan, yaklaşırken kapı senden uzaklaşacaktır. Kendine yaklaşmaktan kaçan bir insan gibi. İstersen dene."
Sinirlerim alt üst olmuştu. O adamı öldürmemek için kendimi zor tutuyordum, ama öldürmem büyük ihtimalle benim de ölmem anlamına gelirdi. Ölmesem bile, bir bira içmeye geldiğim bardan katil olarak ayrılmak ve sonrasında cezaevinde kalmak bana o an mantıklı gelmemişti. O aptalın dediklerini umursamak daha da sinirlerimi bozardı. "Sikerim senin kapını da, seni de!" diyerek hızlıca koşarak kapıya yöneldim.
Koştum. Herkes hareketsizdi. Tekrar küfür ederek kapıyı açtım, fakat gördüklerim karşısında şok oldum. İleride bir kapı daha vardı, ve o ilk kapıdan çok daha uzaktı. Rüyadayım diye düşündüm. Tek mantıklı açıklama buydu. Daha 1,5 saat önce o kapıdan girmiş, dışarıda arabamı park etmiş, son şarkıyı biraz daha dinleyip kafa dinlemek için girdiğim o kapıdan şu an çıkamıyordum. Rüya olduğunu düşündüm ve gülmeye başladım. Sanki durumun rüya olduğunu kabullenmek, bana bir kaçış noktası da sunmuştu. Kendime zarar verdiğim an rüyadan uyanacak ve yataktan kalkıp 20 dakika tavana bakarak bu rüyayı düşünecektim. Sonrasında dişimi fırçalayıp işe gidecektim, büyük ihtimalle. Aslında, yaşamımda pek çok sorgulama ve şikayetim olmasına rağmen, o yaşamı düşündüğümde, içinde bulunduğum bu koşulda bile o yaşama geri dönecek olmanın verdiği haz ve rahatlama tahmin edilemezdi.
Kendimi sıkmaya ve vurmaya başladım. Bu, rüyalardan uyanmak için uyguladığım bir yöntemdi. Herkes sakin bir şekilde beni izliyordu, yine aynı tepkisizlikle bana bakıyorlardı. "Uyan, uyan!" diye bağırarak kendimi çiziyor, vuruyor ve sıkıyordum. Takım elbiseli adam, "Bu rüya değil, rüya şu ana kadar olanlardı. Artık kabul etmen, senin için işleri daha kolaylaştıracaktır," dedi.
Sinirden öfkeye dönmüş birilerine saldırabilecek kadar ileriye gitmişken, bir anda kabul etmenin ve çaresizliğin, büyük ölçüde çaresizliğin o dinginliği geldi. İpleri hep kontrol etmeye çalışan, hayatı boyunca bu konuda büyük çabalar gösteren ben, artık ipleri gerçek olarak kontrol edemeyeceğini anladığımda büyük bir boşluk hissi içinde dalgalanmış, kendime üzülmüş ve o boşluktaki dinginliği deneyimlemiştim.
Duvara elimi yasladım ve "Lanet olsun, kabul ediyorum," dedim. Kendimi bulacağım. Maça küfür eden dayılar bile durulmuş herkes verdiğim karardan ötürü bana kibarca teşekkür edip dağılmaya başlamışlardı. Bütün bu gerginlikten sonra vucudum hafifçe karıncalanmaya başlamıştı. Tansiyonumun düştüğü hissettim. Heyecandan olan boynumdaki ıslak ter yavaşça soğuk bir terlemeye dönüştü. Alnımın nokta nokta terlediğini hissettim ve sonrası karanlık.
Gözlerimi açtığımda, geniş, karanlık bir tiyatro salonunda tek başıma oturuyordum. Sahnede birkaç kişi hazırlıklar yapıyordu. Asla benim orada olduğumun farkında değillerdi. "Ne yapıyorsunuz? Kimsiniz?" diye bağırdım, ancak içlerinden küçük olan ürktü ve diğerleri bana dönerek, "Vaktimiz az kaldı, biraz daha hızlı olalım," diye talimat verdi.
Artık işler o kadar garipleşmişti ki, verdiğim tepkiler ne olursa olsun doğal karşılanacaktı. En azından kendim tarafından. Çünkü verdiğim tepkileri yıllarca düşündüm ve acımasızca eleştirdim. İnsanın kendisine yüklenmesi ciddi bir işkencedir. Kendisiyle derdini çözemeyen birinin, başkalarıyla çözmesi imkansızdır. Bunların hepsini anlamıştım.
Birden perde kapandı. Salon büyük bir sessizliğe büründü. Salonun arkasından topuklu ayakkabı sesi geldi. İçeri giren kişi, kapıyı kapattı ve yavaşça bulunduğum alana doğru yöneldi. Arkamı döndüğümde, karanlığın içinde daha da karanlık bir insan silüeti bana doğru yaklaşıyordu.
"Yeter artık!" dedim, "Saçmalıklarınızdan bıktım. Kabul etmeme rağmen bu saçma şeyleri yapmanız deli misiniz siz?" diye bağırıyordum. "Hepinizi öldüreceğim, ciddi anlamda! Benimle bu kadar alay ettiğiniz için hepinizi öldüreceğim!"
Sessizce arkama oturduktan sonra, "Lütfen sakin ol, biz senin için buradayız," dedi. "Bilirsin, bazı yaraların iyileşmesi için tekrar kanatılması gerekir. Canının acıyacağı bu dönemde hepimiz yanındayız. Bu işin sonunda her şey sana kalıyor, istediğin gibi gidebilirsin buradan. İraden en önemlisi."
"Şimdi bir oyun oynanacak. Lütfen, sana sorduğumda karakterlerle ilgili fikirlerini söyle," dedi.
Ve o an sahne açıldı. Sahnede, sol tarafta oturan bir kadın vardı. Bir kare kutuya benzer ama daha sağlam bir kutu, ki onu taşıyabiliyordu. Üstünde ciddi anlamda yas tutan bir yüz vardı. Bacaklarını hafifçe sallıyor, yüzü ay gibi parlaktı. "Beni yarı yolda bıraktı," dedi. "Canımı yaktı senelerce. Halbuki onu o kadar çok seviyordum ki, bana zarar vermez sandım." Gördüklerim karşısında şok oldum bir taraftan arkamdaki kişiye odaklanmışken sahnedeki oyuncu o denli bana tanıdık geliyordu ki. Fiziksel olarak değil sadece söylediği her cümle bana geçmişimi hatırlatır gibiydi. Oyuna tüm dikkatimle odaklandım.Her şeyine defalarca "tamam" dedim, Tanrım, neden böyle şeyler yaptım? Bunları yaşatması mı gerekiyordu, bütün benliğimi onun ayakları altına sermişken? Bir gün, şakasına bahçede elma topluyorken, bir elmanın sapını ona fırlattım ve o bana, "Nasıl bunu fırlatırsın?" diyerek beni yanından kovdu. O sırada kadının bahsettiği her öge sahnede ışıklandırılıyor odaklar o ögelere yöneltilip, çarpıcı bir müzikle vurgusu arttırılıyordu. Kadın devam etti. Saatlerce ağladım. Bu kadar ciddi olmaya, bir şeylerden keyif almamaya ne gerek vardı? Büründüğü güçlü rol, gerçekten onu mu yansıtıyordu? Kalbimi çok kırdı ama ona rağmen onun yanında olduğunu söyledim, özür diledim ve ona elmalı turta ikram ettim. Onunla beraber olacağıma o kadar inanmıştım ki, zamanla bütün elmalardan dolayı bana kızmaları ve bunun asla bitmemesi içimde ona karşı bir nefret uyandırdı. Bu nefreti her ona hissettirmeye çalıştığımda, beni daha da suçladı, sanki ben ona elmalardan kızıyormuşum gibi. Canım, ciddi yanıyor, ciddi. Kendime olan bakış açım zamanla değişti. Onun da artık, başta hayranlık duyduğum biri olmaktan çıkıp zamanla gözümde bir canavara dönüştü. Evet, bu canavara gerçekten gönülden bağlıydım fakat Tanrım, bu bağlılık beni yok ediyordu. Bütün çevremde sadece var olan oydu. Ben mi onu bu konuma getirmiştim, yoksa o mu benim gibi birisiyle bu konumu kendine hak görmüştü? Tanrım, bu olay nasıl çözülecek? Bu bağlılıktan nasıl kurtulacaktım? Kadın ağlamaklı sesle sol omzuna doğru dönüp sustu ve sahne ışıkları yavaşça karardı.
O sırada sağ taraftan, uzun boylu, yakışıklı, gerçek bir prens gibi giyinmiş birisi yavaşça gelerek bu kıza doğru bakarak, "Tanrım, ne zavallı, bana bu kadar aşık olacak ne var, anlamıyorum. Bu kadar sevilmeye değer neyim var, bilmiyorum, ama bu kadar seviyorsa, eminim ki bu kişi de düşük seviye birisi olmalı," dedi. Canım çok sıkılıyor fakat sevgisi de bir o kadar tatlı geliyor. Layık olmadığım bir sevgiye maruz kalmak beni ciddi manada yoruyor. Ona acı çektirmek istiyorum çünkü geçmişim buna sebebiyet veriyor olabilir. Önceden gençken, daha prens bile olamamışken bir prenses sevmeye yeltendim. Ona ilk bakışta aşık oldum, sırılsıklam bu kız gibiydim. Onun için her şeyden vazgeçecek kadar gözüm kördü. Onun mutluluğu ve beni sevmesi, sanki dünyadaki en önemli şeydi ve varlığımı tamamlayan en büyük anahtardı. Canım yanıyordu, onu o kadar sevmeme rağmen her zaman yanında eksik hissediyor, sahip olduğum şeyler bile önemini gözümde yitiriyordu. Sanki o, dünyanın en güzel ögelerini içinde barındırıyor, bense ona layık olmaya çalışıyordum.
Bir gün göl kenarında giderken bir elma ağacı gördüm. Ona, içerisinden en güzel elmaları toplamak için atımdan indim ve büyük bir çabayla bütün elmaları topladım. Onun çok hoşuna gideceğini düşündüm. Kendisi göl kenarında yürüyor ve sanki başka dünyadan gelmiş bir tanrıça gibi süzülüyordu adeta göl kenarında. Elmaları hazırladıktan sonra ona götürdüğümde ise bu elmaların bir anlamı olmadığını, benim eksik olduğumu ve kendi hükümdarlığından bir prense aşık olduğunu söyledi.
Tanrım, bu azap ve üzüntü, benim bütün elmalardan ve sevgimden nefret etmeme sebep oldu. O kadar eksik hissediyordum ki, tam olamamam benim suçum muydu? Neden bu dünyada böyle oluyordu? Senelerce, bütün kraliyetin varisi olarak görüldüğüm için o kadar sorumluluk yüklendi ki üzerime, kendim olmaya vaktim olmadı. Yaptığım onca şeyde eksikliklerim hala konuşuluyorken, işte o karşımda, benim bile anlamadığım bir duyguyu bana o kadar sunuyordu ki, ne yapacağımı bilemez haldeydim.
Ona karşı bir öfke duyuyorum içimden; zavallının teki, birine bu kadar bağlı kalmak, onun için her şeyi yapabilecek bir konuma gelmek... Tanrım, bu eziği neden beni sevmesi için yolladın? Ah, kalbimi yumuşatan o sevgisi, sanki çölün ortasında susuz kalan bir Arap misali bana su pınarı gibi geliyor. En serin, en canlandırıcı. O sevgi o kadar güzel ve iyi hissettiriyor ki ona o an bağlanıp kalıyorum. Onun bu sevgisi, sonumu getirebilir. Onsuz yapmak da isteyen bir tarafım varken, Tanrım, neden bu sevgiyi verdin ona?
Kadın ayağa kalkarak, "İşte geldin sonunda," dedi. "Senin gelmen beni o kadar mutlu etti ki. Şu duruşun, boyun, posun, omuzların, gözlerin... Her zerrene aşığım ve seninle olmayı çok istiyorum." Prens eğilerek, "Ben seninle olmak istemiyorum artık," dedi. Kadın şaşkınlıkla bakarak ağlamaya başladı. "Beni sevmiyor musun?" dedi, "Senin için her şeyi yaparım."
"Hayır, sevmiyorum," dedim.
Kadın ağlayarak, "Artık beni bulamayacaksın, bu son terkedişindi," dedi. O sırada perde kapandı ve arkamdaki kadın bana seslendi: "Kadın hakkındaki düşüncelerin ne?"
İçime bıçak saplandı, öylesine yoğun acılar içindeydim ki, o kadının yansıması hayatımdaki en sevdiğim kadınlarda da mevcuttu. Bende de vardı, o saf sevgi, bağlanma... Karşısındaki zalim karakterden nefret ediyordum. Yumruklarımı sıkarak prense saldırmak istedim. Dönerek ona şefkat gösterdim, çektiği acıların farkındaydım. "Umarım prense bir daha dönmez," dedim.
Prens hakkındaki düşüncelerimi sordu sonrasında. "Ona üzülüyorum," dedim. "Hem öfke hem üzüntü içerisinde yaşadığı zorlantıları başkalarına yansıtarak çözmeye çalışan zavallının teki. Zaten böyle değil midir düzen? Kim huzurlu ve kendisiyle barışıkken başkasını mutsuz etmeye kalkar ve bu kadar bağımlı kalır ki?"
Perde açıldı. Sağ tarafta, prens bütün kıyafetleri parçalanmış, lekelenmiş vaziyette bir ölü gibi masanın üzerinde ağlarken, kadın en güzel kıyafetleriyle, güzel bir elma yerken prense bakmıyordu.
Prens yalvarıp kadına, "Lütfen bana sevgini ver," dedi. "O kadar muhtacım ki, elmanın posasına bile talibim, lütfen benimle konuş."
Kadın ise, "Artık hiçbir şeyin önemi yok," dedi. "Sen de bir gün kendi elmanı yiyeceksin, afiyetle."
Perde kapandı.
Yerimden kalkmam söylendi ve tiyatro salonundan arkamdaki kadınla birlikte çıkmak üzere merdivenleri tırmanmaya başladık. Gözlerim hala yaşlıydı, ama kafamda bir harita çizmeye çalışıyor, etrafı gözetliyordum. Hala bir yerlerde kurtuluş fikri vardı ama son dökülen gözyaşlarım, acılarıma bir nebze ferahlık getirmiş, özgür kalmış hissediyordum. Kadın kapıyı açınca, ileride bir başka kapı belirdi. O kapıyı açtığımda ise yine bardaydık. Bu sefer sadece garson kız barı temizliyor, ben ise oturmak üzere masalardan birine geçtim. Susuyordum.
"Nasıldı ilk seansın?" dedi.Makinada yıkadığı bardakları bar masasının üzerine ters çevirerek diziyor, kalan lekeleri sarı bir bezle özenle silip kuruluyordu."Seans?" dedim, anlamamış bir halde."Hani şu terapistlerin yaptıkları var ya, insanların paralar döküp almaya çalıştıkları."Artık denilenleri önemsemiyordum. "Bir tiyatro sahnesiydi işte," dedim."Konusu neydi peki, ben tiyatroları çok severim. Hatta en son ailemle gittiğim tiyatroyu anımsıyorum. Benim için oldukça farklı bir deneyimdi. O oyuncuların girdiği roller, sanki bana hem gerçek hem de değilmiş gibi bir his uyandırmıştı. En son selamladıklarında çıktım o dünyadan.""Ne güzel," dedim."Konusu aşktı, elmalara aşk," dedi."İlginçmiş," dedi.
Gözlerimi yeniden açtığımda, kapatmam bir oldu. Bir güneş ışıltısı tüm odayı aydınlatmış, yastık ve döşek kokusu, çocukluğumu anımsatan kumru sesi ve ışıkla birlikte göze çarpan toz ordusu... Arkamı dönüp elimi yastığın altına soktuğumda hissettiğim soğukluk, uyanmakla uyanmamak arasında kalmama sebep oluyordu. Bütün bunlar birleşince ciddi bir huzur buluyordum. İçeriden bir ses duyacak ve kahvaltının hazır olduğunu söyleyecekti. Duymazdan gelip belki uyuyor taklidi yapacağım, ama içeri giren o ses belki gıdıklayacak, belki "Hadi kalk, kahvaltı hazır," diyecekti. Yuvamdaydım.
Gözlerimi açıp pencereden dışarı baktım. Erik ağacının bütün dallarında yeşil yapraklar, arkasındaki incir ağacı ise kasvetiyle ve kaşındırma riskiyle beraber öylece duruyorlardı. Bir an gözüm doldu, çünkü bu huzur anlarını ne zaman hissetsem, bir şeyin bunu bozacağını öyle ya da böyle bilirdim. Bu ani gelen bir histi. Tam iyi hissediyorken, birisi çıkar ve sanki mutlu olmam onu rahatsız ediyormuş gibi, benim bir hareketimi eleştirir, umursamazsam buna devam ederdi. En sonunda öfke ve üzüntüyle olduğum konumdan nefret ederdim. Ki beni kahvaltıya çağıran o sesinse bir etkisi olmazdı.
Bu hayatımın ilerleyen dönemlerinde de devam etti. Tam her şey yoluna ne kadar girerse girsin, olabilecek kötü senaryoları düşünür, onları kontrol etmeye çalışır ve tam anlamıyla olduğum durumda güvende hissedemeyen bir yapıya bürünmemin ciddi bir sebebi buydu. Halbuki bu kadar güzel bir coğrafyada, bu güzel ağaçların içinde mutsuz olmak için gerçek bir sebep var mıydı? Bu trajedi hayatım boyunca beni üzmüştür. Bu coğrafyada bunlara gerek var mıydı? Defalarca düşündüm, acının, hüznün gerekliliğini. Kalkardık, çocuklar olarak beraber şakalaşır, oynardık, özgürdük. Birlik olmanın verdiği güven ve yaratıcılığın cesaretiyle yeni şeyler keşfetmek, oluşturmak isterdik. Hata yapacaktık elbet, tam eğlenirken içimizden birisinin ebeveyni çıkar, ya onu döver, ya kızar, bağırır, kısıtlama getirirdi. Biz ise ekibimizden darbe alan o kişiye yardım edemez, ona atılan dayak tüm gruba atılmış gibi hissedilirdi. Nefret ederdim.
Bütün güzel şeylere karşı çıkanlardan, bunu böbürlenerek, terbiye etme altında bize yapanlardan nefret ederdim. Neyi terbiye edeceklerdi ki? 7-8 yaşında çocuklardık, beyinlerimiz pırıl pırıl, sürekli mutlu geleceğe güzel bakarken, birbirimize var olan sevgimiz, ebeveynlerimize duyduğumuz saygı ve sevgi ihtiyacı mı terbiye edilecekti? Terbiye olması gereken durum, varlıklarımızın yok edilmesi miydi ve yok edenlere duyulan nefretin ortaya çıkması mıydı.. Bu bir ergen için, belki de çocuk anımsamıyorum, ciddi bir trajediydi. Bütün bu geçen süreçler, ekibin güvenini de sarsmıştı. Hepimiz bir yerden sonra yaşam mücadelesi altında farklı hayatlar yaşıyorduk. Birbirimizle konuşmuyorduk bile; bazıları aramızdan o bize vuran zalimlere dönüşmüş, bazısı genel her şeye küsmüş, bazısı da benim gibi bütün bu geçmişe rağmen bir şeyler değiştirmek, bir şeyler yapmak istiyordu. Ne kadar farklı ortamlara girse de o geçmiş insanla beraber bulunduğu her yere sirayet ediyordu.
Gözlerim hala kapalı, bulunduğum odada bunları düşünürken bir ses geldi dışarıdan. Kafamı kaldırıp hafifçe dışarı baktım. İnci ağacının altında düşmüş incirlerin üzerinde bir varlık vardı. Varlık diyorum çünkü ne olduğunu o an çözemedim; toprağa doğru yönelmiş, elleriyle bir şeyler kazıyordu. Kılları uzun, arkadan bakıldığında kurdu andıran fakat başı insan gibi olan garip bir varlıktı. O an çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Ciddi anlamda korkmuştum ve beni farketmemesi için sessiz kalmaya çalıştım. Bir kurt benzeri varlık şüphesiz beni yok edebilirdi.
Tam o sırada bulunduğum odanın kapısını sakince kapatıp, arkasına bir şeyler koymaya çalıştım. Beni görse bile saldıramayacağı bir cephe oluşturmak istedim. O anda yanına bir kuzuya benzer, başı da aynı insan gibi olan bir varlık daha yaklaştı. "Napıyorsun?" dedi. "Onu yetiştiriyorum," diye yanıtladı. "Bu bizim mirasımız olacak, bizden bu dünyaya kalan en değerli şey ve varlığımızın sonsuza kadar teminatı. O da toprağa ekecek ve böyle böyle sonsuza kadar gideceğiz," dedi.
Kuzu-insan ona dönerek, "Bu güzel olacak mı? Her defasında iddialı konuşuyoruz fakat bu kaçıncı çabamız, hem de ciddi çabalar. Etrafımızda bu kadar farklı görünüp, sonrasında geleceğe mirasını taşıyan birisi yok ki," dedi. "Senden kopmak da istemiyorum, bir taraftan da devam etmek istiyorum. Sana ciddi inanmak ve toprağın bize verdiklerini sonsuzluğa taşımak istiyorum," diye ekledi.
Kurt-insan, "Sen yine saçmalamaya başladın tabi, her şey iyi olacak, ben hep yanındayım. Geçmişte de ciddi şüphelerin vardı, bunlar belki de bizi bu noktaya getirdi. Hem ne güzel, her şey yolunda, görünüşün ne önemi var. Biz beraber olduktan sonrası anlamsız, önemli olan beraberliğimiz. Ciddi çaba harcadık ama senin çabalarında hep bir eksiklik vardı. Kaç kez dedim sana kıllarını boya diye. Gri olsa, en azından biraz daha koyulaşsa, toprak bize verecek mirasımızı. Ben buna bağlıyorum tüm olanları," dedi.
Gördüklerim karşısında şok oldum. Konuşmaların akıcılığı bir yana, iki varlığın bu kadar güzel konuşup aralarındaki o gizli gerginlik beni rahatsız etmişti. Bir şeylerin gelişmesini istiyorlardı. Sonsuzluğa doğru adım atmak mı, ölümsüzlük ihtiyacı mı, bir çocuk mu, tam olarak ihtiyaçları olan ne bilmiyordum, fakat istekleri ve çabaları o topraktan çıkacak şeye yönelikti.
Daha sonrasında ikisi de vedalaşarak, ters yönlere gittiler. Meraklandım; o toprağa gömdükleri şey ne olabilirdi? İnci ağacının altında kazdıkları toprak farklı renkte oldukça belli şekilde görülüyordu. Sonrasında üstüne attıkları birkaç kozalaksa onu gizlemeye tam anlamıyla yetmiyordu.
Odadan çıkmak için kapının arkasına koyduğum anlamsız şeyleri hafifçe ses çıkarmadan düzeltmeye çalışarak kenara doğru çektim. Odanın kapısını açarken bir tereddüt hakimdi zihnimde. Evin diğer alanlarını bilmiyordum. Hafifçe kapıyı araladığım anda sağımdaki kapıdan çıkan beyaz kürkleri ağarmış, uzamış, başı insana benzeyen, benden oldukça büyük bir varlık karşımda duruyordu. Ciddi anlamda ürkmüş, titremiştim.
"Aa, neden korktun bakalım?" dedi. "Hadi yemeğimiz hazır, sana hemen bir su getireyim. Bazen sana anlam veremiyorum," dedi. Gülerek, "Cidden komikti, korktuğunu görmek. Hadi oğlum, hazırlan, yemeğe gel," dedi.
Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadığımda ise aynada gördüklerim beni şok etti. Kıllarım vardı. Yarısı beyaz, yarısı gri.
Uyandım. Yüzüm oldukça sert bir yüzeyde, boynum tutulmuş haldeydi. Neresiydim yine? Gerçeklik ve zaman algım giderek kayboluyordu. Bazen dış dünyaya ait şeyleri bile unuttuğumu hissediyordum; bana uzak geliyordu. Sanki belirli evrenler arasında ziyaret ediyor, her birinden sonra aniden kopuyordum. Bardaydım, her şeyin başladığı o yerde. Artık burası, ciddi anlamda katlanılmaz geliyordu; oyunlardaki base gibi bir alanı temsil ediyordu. Burada uyanmak, her şeye burada başlamak, çıkışın olmaması öfke problemlerimi körüklüyordu.
Kafamı hafifçe kaldırdım; bu sefer bulunduğum bardaki posterler tamamen kaldırılmış, yerine sade dini motifler yerini almıştı. Barmenin olduğu yere baktığımda ise içki şişeleri yerine sade su şişeleri vardı. Zemzem ya da kutsal su olabileceklerini bile düşündüm o an. Sağıma döndüğümde ise o vardı. Her şeyin başlangıcında payı olan, şu an nefret ettiğim, tanışmak ve okuduğu kitabı oldukça merak ettiğim o kadın. Garip olan durum şuydu: Bütün kıyafetleri tamamen değişmiş, oldukça sade ve uzun bir çarşaf giymiş, başı kapalıydı. Yüzünden emin olmak için gözlerimi ovuşturdum. Evet, yüzü onundu; o gözleri unutmak, ciddi manada imkansızdı.
O olduğundan emin olduktan sonra, mekanın da değişikliğini görünce tekrar ona doğru yöneldim. "Oturabilir miyim?" dedim. "Tabii ki," dedi. Yüzünde yine o gülümseme vardı ama bu sefer daha kapsayıcı ve sevgi doluydu. Sanki bana olabildiğince fazla şefkat duyuyor gibi bakıyordu. Beni eksik gördüğünü hissettiğim, beni mahvedebilecek o kadın gitmiş, yerine oldukça sakin, anlayışlı, beni olduğum gibi kabul edebilecek birisi gelmişti. Oturdum ve sustum. Elindeki kitap bir din kitabıydı. Oradan sureleri sessizce, dudaklarını birbirine değdirerek okuyor, o küçük çıkan ses bana hem korku hem de güven veriyordu.
"Tanrı seni de kurtaracak," dedi. "Bu içinde bulunduğun durumdan kurtulmak için bol bol dua etmen lazım ona," dedi. "Ona ne kadar dua edersen, kalbini o kadar ferahlatıp zorluklara karşı gücünü artıracak ve adaleti sağlayacak," diye ekledi. "Sadece kendini gerçekten tam anlamıyla feda etmeli ve bütün yaşamını ona adamalısın; ancak o zaman Tanrı seni sevebilir."Ve her hata yaptığında belli kelimeleri söyleyip af dilemen gerektiği, böylece arınmış olacağım söylendi. İyi de hatalı değildim ki neden hatalı olayım , bu öğütler benliğim üzerine bir saldırı da taşıyordu aynı zamanda. Normal yaşantımda olsa, böyle konuşan birisini muhtemelen akıl sağlığını kaybetmiş biri olarak değerlendirir, güler geçerdim. Fakat söyledikleri ruhuma dokunuyor, onu garip bir şekilde benimsiyor, hem ortam hem de yalnızlığım ona teslim olmama neden olmuştu. Dedikleri her şey büyük önem arz etmeye başladı benim için. Onu kaybetmemek için sanki o bir elçi de Tanrı ile benim aramda iletişimi sağlayan bir melek gibi görüyor ve dediklerini can kulağıyla dinliyordum. Karşımdakinin varlığından daha önemli bir şey yoktu. Ona layık birisi olmalıydım, Tanrısının kurallarını dinleyecek, haksızlığa uğrasam bile sevap kazanmak için haksızlık yapana ses çıkarmayacaktım ve o benimle kalacaktı.
Fakat aklımda soru işaretleri vardı. Bunları tümüyle anlatırken, o günahsız mıydı? Kafamda onu böyle kodlamıştım bir an, ve sanki elçi gibi değerlendiriyordum. Peygamberlere haberleri getiren melek gibi bana ilahi şeyleri anlatıyor ve her gün bana haberleri getiriyordu. Bu konuşmalar günlerce devam etti, her defasında kendim dışında olmam konusunda ögütlüyor, hata yapmamam konusunda o kadar kibar ve nazikçe benimle konuşuyordu ki, bu konuşmalarda korkunç bir şey vardı. Karşımdakinin bu kadar iyi olması, hata yapabilme ihtimali olan bana ve kendime ait olan özellikleri o kadar uzmanlıkla yok etmeye çalışıyordu ki, kendimi iki koşulda da eksik ve hatalı hissediyordum. Onu ise bir melek olarak görmeye başlamıştım.
Bir gün yine konuşmalar yaparken çantasını karıştırıyordu. İçerisinde, ilk günkü okuduğu kitabın sayfasını gördüm. Ben o kişiyi çoktan unutmuştum, o anları unutmuştum. İlk okuduğu kitabı görmemle beynimdeki şimşekler art arda çakmaya başladı. "Sen bu kişi değildin," dedim. "Ne oldu sana böyle? İlk gördüğümde sen bambaşka birisi olarak karşımdaydın. Seninle konuştuğumda farklı ve çizgilerin dışında, hatta biraz daha hadsizce söylemek gerekirse, bu kadar ilahi yönelimlerin olduğunu sanmıyordum," dedim.Şu an bambaşka birisin ve kuralları okuyan bir vaiz gibi beynime binlerce tohum attın, varlığımı kendine bağlayarak yaptın bunu. Tuzağına düştüm, fakat ben gerçekten hatasız olmaya çalışmaktan yoruldum. Bunca kuralla yaşayamam, Tanrı hiç mi affetmez? Sürekli kurallar söyleyen birisinin merhameti nerede olabilir ki? Seni ilk tanıdığımda güzel bir küpen, küçük dövmelerin, kendine ait bir gülümsemen vardı. Şu an ise melek gibi karşıma geçmiş, kendine ait olan her şeyden vazgeçmiş halde bana söylemlerde bulunman kalbimi o kadar kırıyor ki. Çünkü senin varlığın aslında benimkini de yok eden bir silah; fakat bu silahın her tarafı güllerle, hoş kokularla, merhamet barındıran sözlerle ve yalancı bir şefkatle sarılı. Cidden senin dediklerine uymak istiyorum, gerçekliklerine de uymak fakat içimde mide bulandıran bir şeyler var. Sanki bu birliktelik, halatlarla bağlanmış iki insanın ilişkisi, farklı şansların tanınmadığı o ilişkilerde hissedilen tek şey sadece bir mide bulantısı olabilir.
Tanrım, neden değişti? Ondan bu denli hoşlanırken, şu an sanki zorla müridi olmuşum gibi hissediyorum. Gerçeklik algılarım değişiyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu karıştırıyorum. Söylemlerle davranışların çelişkisi, dünyaya olan güvenimi içten içe zedelemiş, kendime olan inancımı yitirmiş bir şekilde etrafta çabalar vaziyette dolanıyorum. Ve bu süreç bana, kendim hariç her şeye çaba harcamanın acısını ve bunun yıllar boyunca yarattığı bütün tahribatı ruhumda barındırabilirdi.
Sen yalancısın, dedim. Büyük bir yalancı. Sen insanları başta şefkatle kandıran, ona iyilik başlığı altında başkalarını yargılamayı öğütleyen bir şeytansın. Melek gibi görünüp, masumların kalplerinde yer ettikten sonra, o kalplere kötülüğün, kuralların ve bireyin bütün yaşamını etkileyecek o zorlantıları eken bir varlıksın. Ve korkaksın da, masumların sevgisine o kadar ihtiyacın var ki. Onları o kadar kendine bağlayıp, kendi egonu tatmin etmek istiyorsun, paranoyalarınla onları bir çeşit köle haline getirmek için çabalıyorsun. Senden nefret ediyorum.
Kadın duraksadı . Beyaz başörtüsünü çıkardı, saf ve duru güzelliğiyle bana o yine tuzak olan gülümsemesini yöneltti. O gülümsediğinde içimdeki bütün duvarlar yıkılıyor, kalbime bir sıcaklık yayılıyordu. İçimi eriten o bakışları bana, sanki bu dünyadaki her şeyi yapabilirim ve bu tamamen onun sevgisi sayesinde olabilir gibi bir his doğuruyordu. O gülümsemeye layık olmamı düşündürecek kadar etkisi olan bir gülümsemeydi bu.
Birden yüz şekli değişti, ağlamaklı oldu. Tanrım, bu ağlamayı benim sözlerim yapmıştı. Bundan büyük bir günah olabilir miydi? Benim için bu denli çabalayan bir varlığı üzmek, günahların en büyüğü olmalıydı. O, beni bu denli sevip sahiplenirken, canımı yakan ve varlığımın en derin acılarına sebep olan, kendimi bir günahkar gibi nitelememe sebep olan o ağlamaklı ifade, "Ben seni seviyorum ve bunları senin için yaptım," dedi. "Senin de benimle beraber cennete gitmeni istedim. Çabalarım hepsi bu yüzdendi."
Beynimden vurulmuşa döndüm. Ya gerçekse tüm söyledikleri? Benim yaptığım şey tam bir günah değil miydi? Tanrı, benim elçisine bu sözleri söylememi duysa, bir de üstüne beni bu kadar seven bir elçiye baş kaldırmam, içimde öyle bir korku uyandırdı ki. Ekranlarda durmadan, senelerce bar salonunda Tanrı'ya yanlış yapmanın cezasını gösteren videolar dolaşıyordu. Kimi cehennem de yanıyor, kimisi olağanüstü acılar çekiyordu. Beni en çok korkutan, elçinin bana izlettiği bu videolardan ziyade, onun bana olan sevgisini kaybetmek ve beni lanetlemesine sebebiyet vermekti. Onun sevgisinden mahrum kalmak, yok olmakla eşdeğerdi. Çünkü varlığıma sebebiyet veren onun öğretileriydi.
Fakat tekrar sinirlendim, içimdeki bu bana ait olan yer durmadan öfke kazanı gibi kaynıyordu. Senelerdir varlığıma ket vuran ve gerçeklikten uzak öğretilerle beni bu kadar korku ve acıya sürükleyen bu melek görünümlü şeytanın hala "Seni sevdiğim için bunlar oldu," demesi beni delirtecek bir noktaya getirmişti. Kendime ait olan ve öfkelenen o kısımla, korku ve sevginin iç içe geçtiği diğer kısım —ki bu kısım bana öfkelenmenin yasak olduğunu, bunun bir nevi başkaldırı ve günah olduğunu dayattı— arasında amansız bir mücadele sürüyordu.
Bu mücadele baş ağrısı oluşturdu, masadan düşecek gibi oldum. Bir taraftan terliyor, midem bulanıyor, bir yandan ayakta kalmaya çalışıyordum. Ortamdan o denli uzaklaşmak, kaçmak istedim. Her şeyi yok etmek, sadece uzaklara gitmek, bütün senelerce süren bu mücadeleyi kusarak içimden atmak. Birden ağlamaya başladım, kendimi tutamıyordum. Kendime o denli üzülmüştüm ki, uğradığım haksızlıklar, yanlış öğretiler, bunlara sebebiyet veren temellenmesini sağlayan o korkular. Ağladıkça, hepsi akıp gidiyordu; artık yok olmak bile korkutmuyordu beni. Ağlamak, beni kendime getirmişti. Ne olacaksa olsun dedim. Gerçeği artık gözlerimle görüyordum. İçimde hâlâ korku vardı fakat önemsemiyordum. Kendim olarak var olmanın verdiği yük, omuzlarımda senelerdir bu anı bekliyormuş gibi ağlıyordum.
Karşımda ise küçük bir kız çocuğu duruyordu, ağlayarak kendi benliğinin yok oluşunu izliyordu. Aynı kurallar, daha eski bir çağda bir radyoda ona dinletiliyordu.
Tekrar büyük bir baş ağrısıyla uyandıktan sonra, az önce yaşadıklarımın sızısı hâlâ içimdeydi. Fakat bir şeyleri görmek de o kadar kolaylaşıyordu. Ciddi yorulmuştum; maruz kaldığım şeyler, suçlamalarım, varoluş çabam, hepsi birer birer gözümün önüne geliyor ve beni kendime karşı bir yasa mahkûm bırakıyordu. Ciddi şekilde yorulmuş, tükenmiş vaziyette saatlerce barda tek başıma oturdum. Konum aynıydı, değişen hiçbir şey yoktu; sadece o an ben tektim.
Belli bir saatten sonra, birileriyle konuşmak da istedim. Bağırdım, çağırdım, birileri gelsin istedim. Oysa herkes gitmişti; sadece kendimin kaldığı bir barı hayal edemiyordum. Kafamda konuşan kişileri görmek istiyor, bana senelerce yaptıkları şeylerden sonra onları tek tek azâd etmek istiyordum. Zaman geçtikçe, kendime ait olan şeyleri görmeye başladım. Bir yerden sonra kimse kalmayınca, içindeki diğerlerini, sana yapışan o artıkları da üstünden silkeleyip atınca, "Ben ne istiyorum?" diye düşünecek cesareti kendimde buldum.
Daha da zaman geçtikçe dehşetim arttı. Aptal gibi oturuyor, kendime ait ne olduğunu bulamıyordum. O kadar hakkımda karar verilmişti ki, kendi kararlarımı vermek bir yana, kararı verecek seçenekler arasında bile bocalıyordum. Kendime ait bir şeylerin olmaması, beni büyük bir buhrana sokmuştu. İnsanların istekleri doğrultusunda kararlar vermek beni huzurlu kılsa da, bir yerden sonra O'na ve kendime verdiğim zararlar, bir anda süzülen bir yaprak gibi aklıma geldi.
Sonra o geldi, orada beklemiyordum. Dizlerine kapanmak istedim ama bir o kadar da uzak durmak istiyordum ondan. Kendimle ilgili kararları veremediğim bir dönemde gelmişti; büyümüştük beraber. Resim yapıyorduk, iki farklı tuval vardı ilk başta önümüzde. Ben, kendi tuvalimi kendim yapabileceğimden o kadar emindim ki, asla bakılmasını bile istemiyordum. Özetle, resim yapma yeteneğimin berbat olduğunu biliyordum ama yine de kendimden emin olmaya çalışıyor, onun çizimlerine bakarak bir şeyler kapma çabam aslında acınası bir hale sokuyordu beni içten içe. Bir gün yine boş tuvalimle onunla buluşmaya gitmiştim. Onunkinde başlangıçlar vardı, kara kalemle belli taslaklar oluşturmuş, gelişmelerden heyecanla bahsediyordu. İlgisi hoşuma gitmişti. Ona fazla ilerleme kaydettiğimi söyledim, hâlâ tam olarak içimi dökmemiştim. Sonra birden birlikte çizelim, tuvallerimizi gösterip ortak bir eser çıkaralım dedi. Bu beni o an çok korkuttu çünkü boş tuvalimi görmesi, bir yana yeteneğimden haberdar olması, onunla geçirdiğim bu vakti elimden alabilirdi. Belki de bir daha resim yapmak istemeyebilirdi. Ona vereceğim cevabı bir süre düşündüm, o zamana kadar yine ayrı ayrı resimler yapmaya devam ettik.
Sonra ona dürüst olmam gerektiğini düşündüm, ama onunla resim yapmak da yalnızlığıma çok iyi geliyordu. Korka korka ona gerçekten söyledim: "Seninle tuval yapmak istemiyorum, şuan hazır değilim, çizim yeteneğim berbat" dedim. İlk başta afalladı, benim de onunla yapmak istediğimi düşünüyordu, güzel eserler yapabileceğimizi sanmıştı. Ama o, "Olsun," dedi, "Yanındayım, beraber geliştirebiliriz. Hem ben de o kadar iyi değilim, sadece seninle şuan yapmak hoşuma gidiyor," dedi. Bu alışık olmadığım bir şeydi; şartlı olarak yanımda olunduğunu düşünmüştüm bugüne kadar. İlk kez birisinin tuvalimin boş olduğunu bilmesine ve dahası, tuvali dolduramayacak kadar yeteneksiz olduğumu söylememe rağmen yanımda olma fikri beni sarsmıştı. Tanımadığım bir alandaydım ve onun bu hareketi, cesareti beni çok çekmişti.
Zaman geçtikçe, tuvalimi göstermememin rahatlığı ve onun beni terk etmeyeceği fikri, beraberken aldığımız çift taraflı keyif, günlerimi adeta rüya gibi yapıyordu. Onun da bu rüyayı yaşadığını düşünüyordum. Bir süre sonra tuvalleri beraber yapma fikrini tekrar ortaya koydu. Bu beni tekrar ürküttü; bunun bir gün olacağını biliyordum. Çünkü geçirilen zaman ve yapılan, ayrı da olsa aynı zaman dilimindeki resimler bir yerden sonra aramızda bir bağ oluşturmuştu. Sanatımızı birleştirmemiz, en azından tuvallerimizden bahsetmemiz gerektiğini hissettirmişti ona. Ben de böyle bir isteği olacağını biliyordum, fakat o vakte kadar kaçmıştım. Tekrar o istekle geldiğinde, belirsiz bir şekilde ona bir gün olabileceğini söyledim; ciddi anlamda ihtiyacım vardı ona. Ama eğer bu durum kendisi için uygun değilse, beraber resim yapmayı bırakabileceğimizi de bildirdim. Yine tekrar beraber olmayı kabul etti. Tanrım, bu kabul bana o kadar büyük bir yük oluyordu ki, hem bir bağlamda eylemlerimizin sorumluluğunu eşit şekilde paylaştığımızı düşündürse de, onun benimle resim yapma isteğinin bu denli fazla olması ve sanki kendisinden taviz verdiği fikri, yük gibi omuzlarıma oturmuş, müntazam bir suçlulukla beni boğmaya başlamıştı. Zaten kendime ait olmamanın verdiği bilinmezlik, belli şeyleri üstümden atma ihtiyacı, sorumluluk alamama sorunu içten içe beni yormuşken, bir de onun benimle ısrarla beraber olmayı kabul etmesi, hem ona bağlılığımı hem de suçluluğumu arttırıyordu.
Bir gün daha resim çizerken, gün batımına doğru artık resim çizmek istemediğimi söyledim. Bir an sustu, sonra çimlere uzanıp suskunluğunu gökyüzüyle paylaşmaya başladı. "Ne yanlış gidiyor? Neden benimle resim çizmek istemiyorsun?" dedi. "Bende gördüğün bir kusur mu var?" dediğinde, içimi yaraladı bu cümle. Konunun onunla ilgisi yoktu. Gerçekten, bazı yükler o kadar ağır gelmişti ki, artık resim çizmek bile istemiyordum ve bu kadar bağ kurmak, onunla iyice kendime yüklenmeme sebep oluyordu. "Konunun seninle ilgisi yok," dedim. O da, "Peki ya o zaman, neden gitmek istiyorsun?" diye sordu.Ağır geliyor dedim, acı çekiyorum ve daha fazla ne çektirmek ne de çekmek istiyorum, dedim. "Neden bu kadar zorlaştırıyorsun kendine, alt tarafı resim çiziyoruz, senden fazla bir beklentim yok," dedi. İkna oldum, tekrar devam etti bu süreç. Ona karşı kendimi git gide daha sorumlu hissetmeye başladım. Onunla vakit geçirmek de oldukça güzel geliyordu bana; farklı ve alışılmışın dışında bir şeydi. Mevsimler ve gün batımı birbirini kovalıyordu. Ona olan bağım gittikçe artıyordu, kontrolsüz bir biçimde. Bir keresinde, onun artık tamamen benimle resim yapmasını isteyecek kadar ileri gitmiştim. Başkasıyla yapma fikrinin beni rahatsız ettiğini söyledim. Buna hakkım olup olmadığını sordu bana. "Hakkım yok," dedim, "fakat bu sadece isteğim."
O da, "Benim de başkalarıyla resim yapmamdan rahatsız oluyorum," dedi, "Fakat bunun yolu, kadim zamanlardan beri bir kuralla korunduğunu da hatırlatmak zorundayım." Kadim zamanlardan beri iki farklı insan, birbirine tuvallerini gösterip ortak bir resim yapmaya karar verirlerse, o andan itibaren başkalarıyla resim yapamayacaklarını bildiren bir kural vardı. Şart sağlanmadığı sürece de iki kişinin birbirine bu konuda net bir şey demesi olasıydı, fakat kuralın altına girmemek, sözün değerini bir şekilde azaltan bir faktördü.
"Evet, haklısın," dedim, "Fakat ben sadece istemiyorum. Senin resimlerine, ve en önemlisi seninle beraber resim yapmak bana çok iyi geliyor." Aslında onsuz da resim yapabilirdim belki, benden umutlanmasını o an yok edebilirdim. Fakat her şeyin bu kadar açık olması da bana bir arsızlık veriyordu. Bazen onunla sadece vakit geçirmek için bile resim yaptığımı söylüyordum. Bu onu çok üzüyor, belli bir süre sessiz kalıyordu, tartışıyorduk, fakat gün sonunda yine benimle resim yapar halde kendisini buluyordu.
İkimiz de zamanın durduğu bir anda rastlaşmıştık. İkimiz de birbirimizden uzaklaşmak istiyorduk, fakat ne olursa olsun beraber resim çizmeye devam ediyorduk. Hikayenin bir yere varacağı konusunda emin olmamayı da göze almış, sadece devam ediyorduk. İkimiz de aynı günahı işliyor, her defasında bir karar verilmesi gerektiğinde, birbirimize durmadan tuval yapmayı değil, sadece beraber vakit geçirmeyi istediklerini söylüyorduk. Bu dalgalanımlı yolculuk beraberinde bir çok şey getirmişti. Süreç üzerine çok düşünüyordum, zaten yapım gereği bir şeyleri fazla düşünüyordum. O ise daha rahat olmamı söylüyordu, bilinmezlik ise elimde olmadan beni yoruyordu.
Sonrasında, bütün bu dalgalanma içinde artık istediği şeyi açıkça dile getirdi. İstediği şey, ilk başta belirttiği şeydi; en azından ihtimal olup olmadığıyla ilgili benden net bir şey istiyordu. Net olmak pek benlik bir şey değildi o dönemler. "İhtimalin var," dedim, "Sonuçta senin varlığın da benim için kıymetli ve gitmeni hiç istemiyorum, hep olmanı istiyorum." Garip dinamikler vardı, beni o denli değiştirdi ki; fakat onu da değiştirdi. Bu bilinmezlik süreci biraz daha devam ettikçe tartışmalarımız artmıştı. İkilemli davranışlar, tuvallerin ara ara gizlenip ara ara gösterilmesi ikimizi de gerginleştirmişti. Fakat onu daha da etkilemişti çünkü istenilmediğini düşünüyordu. "İstemesem seninle beraber olmazdım," dedim, "Cidden istiyordum seninle olmak." Beraber çizim yapmak hala aynı tadı veriyordu fakat gerginlikler de artmıştı.
Bir gün, "Resimleri beraber yapmayacaksak, artık beraber çizmenin de bir mantığı yok," dedi. Bende, "Beraber çizebileceğimizi söyledim," fakat daha sonra bu kararımda net olmadığımı düşündüm. Bu gitgide onu daha da gergin birisi haline getirdi. "Onunla resim yapmayı sevdiğimi söyledim, fakat bu bilinmezlik ve tuvallerdeki anlık değişimler bizim ruhumuza da dokunan fırça darbelerine dönüşüyordu." Bu darbeler gittikçe şiddetleniyordu ve o, daha da benim onunla beraber resim yapmayacağımı düşünüyordu. Bu konuda ikilemli davranışlarımdan dolayı beni suçluyordu da. Tanrım, işte karşımda oturan o donuk biçimde bana bakıyordu ve ona karşı hem mahçubiyet hissediyor hem de öfke duyuyordum.
Aslında her şey başlangıçta o kadar güzeldi ki... Tanrım, neden güzel şeyler doğru zamanda olmaz? Onunla olmaktan ciddi keyif alıyordum. Böylece yıllar geçti, hala tuvalim boş sayılırdı, onunki de öyle. Artık iyice gitme ihtimali beni deli etmişti ve ona istediğimi söyledim. Onunla ciddi bir şekilde beraber tuval yapacağımı söyledim ve geçmişteki belirsizlikler, yanlış kararlarım için ondan özür diledim. Ama o da değişmişti ve kendimi bundan sorumlu tutuyordum, tabi ki o da beni. Genel olarak davranışlarımdan rahatsız oluyor ve benim ona karşı fırça darbelerine karışmak niyetim olmasa bile, iyi niyetle söylediğim küçük bir tavsiye bile onda öfke uyandırıyordu.
Artık sana bütün tuvalimi açtım, dedim. "Kesin ve netim, lütfen beraber sakince çizim yapalım," dedikçe gitgide tuvalimden nefret ettiğini hissetmeye başladım. Sanki benimle çizmekten mutlu değil gibiydi. Ah, bir kaç gidip gelmem olmasa, o kadar pişmanım ki, o dönemde ona açık olamadığım için. "Çizelim," deyip vazgeçtiğim için. O dönem korkmadan söyleyebilirdim, artık onunla çizim yapmak istemediğimi. Söyledim de, işin doğrusu, ama her söyledikten sonra tekrar ona ulaştım ve her ulaştığımda, benimle çizim yapmayı tekrar kabul etti. Tanrım, bu kararsızlık beni bitiren en büyük şey oldu ve ona karşı mahcubiyetim gitgide farklı noktalara geliyordu.
Artık tamamen tuvalimi ve beraber olan çizimimizi ona karşı yaptıklarımın mahcubiyetiyle, onun isteyeceği şekilde yapmak için uzun süre çaba harcadım. Aslında kendi varlığımı da ikinci plana attığım her an yapılan çizimlerden de keyif alamaz oldum. Keyif alamadıkça ve arada kendimde bunalınca, bu sefer yine gitmeyi olmakla yargılandım. Tanrım, insan ne de seviyor kendi yazgısını dile getirerek gerçekleştirmeyi.
En sonunda mı, ne oldu? Hikayemiz bitti. Resimler yırtıldı. Tuvallerimiz parçalandı. Ortak çizim yapmaktan vazgeçtik. O hala vazgeçmek istemiyordu, fakat bunun sonu yoktu. Buna karşı olan inancım, ara ara tekrar kendimi sorgulamama sebebiyet veriyordu fakat, inancın sarsılabilirliği ve içimdeki mevcut şüphe bir yerde o kadar statik duruyordu ki, artık resim yapmamaya kesin karar vermiştim. Bu kararın doğruluğundan uzun bir süre korktum, ileriyi düşündüm, daha iyi resim yapabilecek miyim? Bir taraftan alışkanlıklarından oluşan insanoğlu için de, bu zamana kadar beraber yaptığımız onca resim ve bu alışkanlığın ne kadar huzursuz olsa da verdiği bilinirlik beni orada tutuyordu. Zararlı olduğuna karar verdim tüm bunların içimdeki o her defasında yüreğimde çarpan o korkuyu artık kabullenip sonlandırdım. Bütün resimleri yırttım. Şimdi ise barda, karşımda öfkeli bir şekilde oturuyor, bana ona haksızlık ettiğimi, ümit verdiğimi söyler vaziyette sadece oturuyordu. Ben ise bunun doğru olmadığını, zamanla görmüş, daha özgür hissetmiş ve ikimiz için de ne kadar doğru olduğunu içimde tasdiklemiştim. Orada ona veda ettim.
Barın sıcaklığı artmıştı. Boynum terlemiş, bazı noktalar terden aşınmış ve hafif acısı tenimde yayılıyordu. Artık iyice sıkıldım, buradan çıkış olmayacağını düşündüm. Garson kız, masaları tek tek düzenliyor, üstündeki sosları, menüleri nizami bir şekilde yerleştiriyordu. Ona doğru dönerek, artık buradan çıkmak istediğimi, iyice sıcakladığımı ve bunaldığımı söyledim. Kendimi bulduğumu, kişilerle ve insanlarla yüzleştiğimi bile dile getirecek kadar ileri gittim. O sadece işini yapıyordu, sakin bir gülümsemeyle beni dinliyormuş gibi görünüyordu. O gülümseme bana içimdeki acizliği hissettiriyor, sanki benim hakkımdaki her şeyi hissediyor, görüyor ve tüm söylediklerime sadece gülümseyerek tepki veriyordu.
Daha sert bir sesle ona, "Artık çıkmak istiyorum," dedim. Masama yöneldi, sandalyeyi usulca çekti, karşıma oturup dışarıya bakmamı söyledi. Bara geldiğimden beri, arkamdaki küçük pencereden dışarı bakma fikri başkası tarafından aklıma getirilmişti ve sabırsızlanmıştım. Neden bu zamana kadar dışarı bakmamıştım? Aslında kaçış hayalleri kurduğum o yeri görebilecektim. Dışarıyı gözlemlemek bana özgür hissettirecek, bir şeylerin hâlâ var olduğuna ve devam ettiğine dair olan inancımı tazeleyecekti. Ama aklımda bir şüphe belirdi: Dışarısı da bu planın parçası olabilir miydi? Gördüklerim, içerideki kişiler tarafından organize edilen görüntüler olabilir miydi? Çünkü her şey gerçeklikten uzak, kendimden kaçmak istediğim her şeyle yüzleştiğim bu barda, dışarının bana yansıtılmak istendiği gibi gösterilebileceğini düşündüm.
Yine de içimde o istek vardı, her şeye rağmen dışarıyı görmek, kurguda olsa da gerçek olma ihtimali beni heyecanlandırıyordu. Kafamı pencereye döndürdüm ve dışarıda güneşli hava, yaprakları usulca sallanan ağaçlar, mavi gökyüzü bir anda bütün yaşam sevincimi tekrar yerine getirdi. İçime huzur ve sukunet doldu; tüm bu olanların ağırlığı, kaçtığım senaryolardan sonra dışarıyı görmek, insan olduğumu hissetmek, doğayı görmek, her şeyin geçeceği fikri içime işledi.
Camın önünde, ağacın sağ büyük dalında bir salıncak fark ettim. Salıncak, çocukluğumu anımsatıyordu. Her zaman farklı bir deneyim ve o yükselmenin verdiği heyecan ve korku karışımı his, hayatın sanki bir provasıydı. Kontrol hem bendeydi, hem de ağacın dalında, tıpkı arkamdaki sallanan kişi gibi. Hızlanıp yavaşlayabilirdim, inebilirdim, fakat hiç inemeyebilirdim, düşebilirdim. Kontrolün birçok faktöre bölünmesi, o sallanmanın verdiği his her zaman bana garip gelirdi. Belki yükseklik korkum vardı, fakat o yaşlarda bunun farkında bile değildim.
Garson kız yanıma geldi, mevsimin artık bahara geçtiğini, uzun süredir burada olduğumu söyledi. Zaman algım o kadar kaybolmuştu ki bu bilgi beni rahatsız etti. Belki başta çok öfkelenebilirdim, fakat kabullenmenin verdiği sukunetle sadece dışarıyı izlemeye devam ettim. Salıncağa bir baba ve oğlu geldi. Çocuk ürkek, baba ise onu hem yönetmeye çalışıyor hem de kendisinin de salıncakta sallanmayı öğrenmesini istiyordu, tezat bir beklentiyle. Çocuk, ne yapacağını bilmiyor, sadece direktiflere uymayı tercih ediyordu.
Garson kız dönerek, "Üzücü," dedi. "Seneler sonra bu bara gelecek birisi belki de..." Anlamadım dedim, "Çocukta bir problem yok, sadece ürkek davranıyor, yaşı gereği. Görmüyor musun? Sadece yönetiliyor."
Garson kız, "Bu bara baktığında, korkulu gözlerle yaklaşan biri olacak. Belki de burası onun hiç gelmek istemeyeceği bir yer olacak," dedi. "Aslında senin gelme sebebin de bu. En son ne zaman kendine ait olduğunu düşündün ki? Buradaki yüzleşmelerden kaçmadın mı? Burası, kendini bulma adı altında geldiğin, belki de oyununa dahil olduğun yer. Senin, hem kaçmak istediğin ama eninde sonunda gelmek zorunda olduğun bir yer, her şeyin başlangıcı."
Kendine ait olguları baştan tanımlamak, neyin doğru, neyin nötr, neyin az doğru veya yanlış olduğunu, salıncağa sallanmak isteyip istememenin tedirginliğini, aynı o çocuk gibi, kendi kararınla mı yönettin tüm süreci? Birilerinin sallamasına o kadar alışmış ve ihtiyaç duyar hale gelmişsin ki, tüm bu yüzleşmelerde sana ait olmayan kişilerle beraber oldun. Belki de, fazla önemsemesi gerektiği söylendiği için çok önemsedin. Belki bunlardan nefret ettin ve önemsememeyi tercih ettin. Reddettiğin şeyler sana sahip olabiliyorsa, kendine ait alanı bulmaktan bu kadar kaçacaksan, her uyuduğunda o boşluk hissine sahip olacaksan, ne anlamı var kazandıklarının?
Kazandığın sandığın şeyler bile sana ait değilse, isteğinle olmadıysa, ne tatmin edecek seni? Olabildiğince kendini başka şeylerle meşgul eden müşterilerle dolu bu bar. Ne zaman biri gelse, tek başına otursa, anlıyoruz ki içeride bir yumak onu boğuyor. O soğuk duruşun altında binlerce kendisiyle ilgili şüphe, yıllardır yönetilmenin verdiği hezimet... Hepsine eninde sonunda rastlıyoruz. Dışarıya olan bakışlarından, algılıyoruz; hep alarmda mı, yoksa sadece kendisiyle mi ilgileniyor?
Bazı kişiler var ki, camdan baktığında bile herkesin onu izlediğini, her hareketinde başkalarının olası düşüncelerini düşündüğünü, verdiği her kararda bunu ön plana koyduğunu hissediyor. Belki o an çok iyi bir iş yapıyor, maddi kazancı yüksek, kimilerine göre hayali kurulan bir pozisyonda. Fakat yine de bu barda, derin düşüncelerle boğuşuyor. Kendisinin ne isteyip istemediğini bilmiyor, yaptığı işin değerini bile başkalarının düşünceleriyle tasdikliyor.
Tekrar bak dışarı. Salıncakta sallanmak istiyor musun?
Cama tekrar odaklandım. Duyduğum bütün cümleler, içimi acıttı, tokat gibi çarptı beni. Camdan baktığımda, salıncakta kendimi gördüm ve içerideki bana bakıyordum. Bana dönerek, sanki benden bir talimat bekliyordu. Burası bir bar değildi...
Comments